Köşe Yazıları

İstanbul’a Kıymayın Efendiler

0

Kentler zaman geçtikçe birbirinin aynı oluyor. Geçmişle ve doğayla bağları trafikkopartılmış, kalıcı mekânları olmayan, sürekli alt üst olan kentler içinde yaşayan bireylerin yalnızlığını derinleştirip kente ve birbirlerine yabancılaşmalarını artırıyor. Daha da kötüsü kentler insanların yaşam alanı değil artık, kentlerimiz kendi ellerimizle yarattığımız canavarların; otomobillerin işgali altında… Biz insanlar da onların kölesiyiz.

Ortaöğretim yıllarında, din bilgisi derslerinde Cahiliye devri Mekke ahalisinin kendi yaptığı putlara nasıl taptığına akıl sır erdiremeyip dalga geçerdik. Aradan geçen yüzlerce yıla rağmen pek bir şey değişmemiş işte! Yine kendi yaptığımız putlara, otomobillere tapıyoruz. Yaşadığımız kentin en güzel alanlarını otomobillere ayırıyoruz. Birçok büyük kentin toplam alanının %30’u otoyol ve otoparklara ayrılmış durumda. Daha kötüsü de var. Koskoca ABD’de ekilebilir tarım arazilerinin %10’u otoyol ve altyapıları için ayrılmıştır. Bu oran tabi eski bir değer ve otomobillerin enerji ihtiyacını karşılamak için yapılan endüstriyel tarımı kapsamıyor. Özellikle az gelişmiş ülkelerde, tarım arazilerinin bir kısmı ABD’de olduğu gibi otomobilleri doyurmak adına etil alkol üretimi için kullanılıyor. Petrol tekelleri, yaptıkları üretimle otomobillerin petrol tüketimine artık yetişemediği için ‘’müthiş”, “dâhiyane’’ bir keşif yapıp petrol ürünlerine etil alkol katarak talebi karşılamaya başladılar. Ürünlerini allayıp pullayıp biyo-yakıt adıyla da piyasaya sürdüler. Birçok azgelişmiş ülkenin, küresel iklim değişikliği ve ona bağlı kuraklık ile zaten azalmış olan tarım arazileri, gıda üretimi yerine otomobilleri doyurmak için ekilen endüstriyel bitkilere ayrıldı. Etil alkol üretmek için ekilen bu endüstriyel bitkilerin GDO’lu olduğunu, hem otomobil atıklarının hem de otomobil üretim sürecinin gezegenimizde yarattığı ekolojik tahribatı düşününce, insan kendini bir bilim kurgu film setinde sanıyor. Filmde gezegenimizi işgal edip insan uygarlığını yok etmek isteyen kötü robotlarsa otomobillerden başkası değil.

Otomobil uygarlığının gezegenimizde yarattığı ekolojik tahribatı bir kenara koyalım ve otomobillerin ne işe yaradığından söz edelim.

Otomobiller için kentlerimizi asfalt yollarla döşedik, su döngüsü bozuldu. Şİmdi, suyun toprak tarafından emilmesi mümkün olamadığı için kolaylıkla seller oluşuyor, yer altı su seviyeleri gittikçe azalıyor. Asfalt yollardan her yıl binlerce ton toz kalkıp çevreye yayılıyor ki eski Batı Almanya’da yapılan bir çalışmada bu rakam yıllık 100.000 ton civarında saptanmış. Günümüzde binalardaki aşınmanın, orman ve göllerdeki tahribatın, insanlardaki yaygın solunum sistemi bozukluklarının ve asit yağmurlarının sorumlusunun, otomobillerin içten yanmalı motorlarından salınan atıklar olduğunu biliyoruz. Otomobil merkezli ulaşım anlayışının yarattığı sorunlar artık gizlenemez ve çözülemez olunca otomobil uygarlığının savunucuları, teknoloji tanrısından medet ummaya başladılar ve katalitik konverterlerin otomobillerin saldığı zehirli gazlar sorununu çözeceğini iddia ettiler. El çabukluğu marifetle mızrağı çuvala saklamaya çalıştılar ama olmuyor işte! Soruna çözüm olarak sunulan katalitik konverterlerin verimi trafikte belirgin olarak düşer; çünkü sadece belli hızlarda etkilidirler. Çok itinalı bakım isterler ve etkinliklerini kısa zamanda yitirirler. Katalitik konverterler karbon monoksit, sülfür dioksit, ve diazot monoksit emisyonlarını azaltırken, karbondioksit emisyonlarını artırarak sera etkisinin artmasına neden olurlar. Otomobil üretiminin ve kullanımının hızla arttığı günümüz koşullarında teknolojik bir çözüm olarak sunulan katalitik konverterlerin etkinliğine güvenilemeyeceği ortadadır.

Sigara yasağıyla iyice gündemimize oturan toplum sağlığı uygulamaları bir yandan bin bir çeşit diyetle ve alkol kullanımıyla meşgul olurken diğer yandan da egzersiz programları ile sağaltım peşinde koşuyor. Oysa otomobil kaynaklı zehirli gazların hem kronik solunum yolu hastalıklarında hem de akciğer kanserinde en az sigara kadar sorumlu olduğu kimsenin aklına gelmiyor. Üstelik de otomobil kaynaklı zehirli atıklarla sigara dumanının hem solunum yolu hastalıkları hem de her tür kanser oluşma riski açısından birbirlerinin etkisini artırdığı unutulmamalıdır. Konuya ilişkin bir İngiliz toksikologun geliştirdiği ‘’Bırak arabayı, bırakayım sigarayı’’ sloganı nedense gözden kaçıveren gerçekleri anımsamak için yeterince açık değil mi?

Bir yerden bir yere ulaşmak için bir sürü seçenek varken otomobil kullanıyor olmak bireysel bir seçimdir denilebilir. Ancak toplum sağlığı ve toplumsal yarar açısından bakıldığında otomobil merkezli ulaşım anlayışının savunulacak hiçbir yanı olmadığı gibi, açıkça bir hak gaspı olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Yaşadığımız şehre yani İstanbul’a bakınca sorunun sadece kişisel seçim ya da hak gaspı düzeyinde tartışılacak bir yanı olmadığını da görüyoruz. Numunelik örnekleri bir kenara koyarsak ne yaya ne de bisiklet yolları var. Ne metro ne de farklı toplu taşıma biçimlerinin yeterliliğinden söz edilebilir. Dolayısıyla İstanbul kentinin açıkça bir yönetim sorunu var. Bu yönetim sorununun zemininde hem yasa ve yönetmeliklerle ilgili hem de anlayışla ilgili ciddi yetersizlikler olduğu muhakkak. Daha kötüsü de zavallı İstanbul şehrinin, iflas eden otomobil merkezli ulaşım anlayışını, zihni sinir projeleri ile ayakta tutmaya çalışan insanlar tarafından yönetiliyor olmasıdır. Alt geçit, üst geçit, tünel ve daha fazla otoyol yaparak güzelim İstanbul şehrini cehenneme çevirmekte olan popülist politikacılar, trafiğin rahatlayacağını, yolların açılacağını vaat ederek de motorlu taşıt sahiplerini utanmadan kandırmaya devam ediyorlar. Herkes de biliyor ki otoyollara yapılan harcamalardan asıl faydalananlar motorlu taşıt sahipleri değil, inşaat şirketleri ile her anlamda otomobil endüstrisidir. Trafiğe çıkan otomobil sayısı bu kadar hızla artarken trafik tıkanıklığının yeni yollar yapılarak çözümlenmesinin zaten mümkün olmadığını az çok kestirebiliyoruz. Yapılan bilimsel çalışmalar gösteriyor ki otomobil sayısı aynı kalsa bile yeni yollar yapılması trafiğin daha da yavaşlamasına neden oluyor. Kara delik teorisi ya da Braess paradoksu olarak bilinen bu yaklaşıma göre sürücüler trafikten kaçmak için yeni yollara yönelip daha fazla yol kat ediyor ve ara yollardaki tıkanıklık tüm şehir trafiğine yansıyor.

İstanbul şehrinin yöneticileri bir helikoptere binip karar vermişler, trafik tıkanıklığını çözmek için bir köprü daha yapacağız diye. ‘’İkincisini yaptığınızda çözülmüş müydü ki üçüncüsünü yaptığınızda çözülsün?’’ diye sorarlar adama… Malum, helikopterlerin içi çok gürültülü olur, gürültü vicdanlarınızı susturmaya yetti mi?

Kıymayın İstanbul’a efendiler, parayı başka bir yerden kazanın. Bu şehrin Evliya’sı çoktur, rahat bırakmazlar sizi iki âlemde!

Savas Çömlek

You may also like

Comments

Comments are closed.