Köşe Yazıları

Polemik Köşeler II

0

Dilaver ve Muhsin’e atfen;
Dilaver’in parti içi kimi diyaloglarımızda, zaman zaman pervasız olarak nitelenebilecek çıkışlarımın üzerine bu tartışmadaki ilk yazısını (Tevhidin ve Hikmet’ in Anlamı) bana ithaf ettiğini sanıyorum. Yazdıklarına katılmamak mümkün değil. Bununla birlikte Muhsin’in oldukça açık bir biçimde Dilaver’in tezini su balonuna benzetmesi de ( Tevhid Parçalı Değil Bütün Algılanmalıdır ) bence haklıdır. Sonrasındaki tartışmalar ise bana da yazmayı gerekli kıldırdı. Bu tartışmadan hareketle hazır muhabbet derinleşmişken, ve bence hakkaten de olması gerektiği gibi çoktanrıcılık  ile tektanrıcılık konusuna dalmışken, antropolojik verilerden hareketle, ekolojik düşüncede de oldukça önemli olacağını umduğum birkaç ekleme yapmak istiyorum.

Çağdaş din antropolojisi (özellikle Turner) bize sanat ile dinin birbirinden ayrılmaz birlikteliğini sunmaktadır. Buyrun bir de buradan yakalım.

Turner, “Kuru bir sosyal bilim olan din antropolojisini, neredeyse tek başına, dini pratiklerin yaşanageldiği, insana özgü bir alana dönüştürmüştür. Hayal gücünün uçsuz bucaksızlığına yönelik değerlendirmesiyle, sosyal yöntemin sert yaklaşımını birleştirmiştir. Ondan başka hiçkimse dinin insaniliğini ve insan türünün dinsel yaratıcılığını aklına getirememiştir.” Ayrıca Turner, yeni kavramlar geliştirmektedir. Liminality (eşiksellik), communitas ve anti-yapı bunlara örnek sayılabilir. Bunlar kısaca şöyle özetlenebilir.

Eşiksellik, “bireyler arasında siyasal, sosyal eşitliğe inanan ve güçlü arkadaşlık bağı geliştirmeye meyilli; seküler rütbelerin ve statülerin gözden kaybolduğu veya homojenleştirildiği” normal durum (state) karşısındadır. (Turner 1969:359-60)

Communitas, toplumların tanımlanan haliyle; “yapılandırılmış, farklılaştırılmış ve sıklıkla insanları yukarı ve aşağı olarak konumlandıran politik-ekonomik hiyerarşi”k sistemden ayrımlanmaktadır. Aradaki ayrım sadece seküler veya kutsal üzerinden tanımlanamaz. (Turner 1969: 360)

Turner’a göre herkesin kendi gelişim döngüsünde tanımlanmış pozisyonlarının görevleri, birçok geçiş ve pozisyonla birarada olur. Her bireyin yaşam deneyimi değişik yapı (structure) ve communitas, durum (state) ve geçişler içerir. (Turner 1969:361)

Communitas yapının öteki tarafındadır, eşiksellik yapının kenarlarında, marginallik ise yapının altında, aşağılardadır. (Turner 1969:372) Bunlar sıklıkla mitlerle, sembollerle, ritüellerle, felsefi  sistemlerle, ve sanat işleriyle ilgili olup, genellikle çok şey işaret eden, çok anlamlı karakterdedir ve herbiri eşzamanlı olarak insanları başka psikobiyolojik seviyelere taşıma kapasitesindedir. (Turner 1969: 373) Şairler ve filozoflar eşiğe ve marjinalliğe meyillidir. (Turner 1969: 372)

Turner’a göre bu kavrayış dialektiktir. İnsanların yapıdan communitasa, communitas deneyimini yaşayıp, yeniden canlanıp tekrar yapıya dönmesiyle olur. Bu dialektiğin olmadığı toplum yoktur. Yapının abartılması kanundışı veya kanunların karşısında patolojik manifestoların yükselmesine sebep olur. Dini ve politik sistemlerde communitasın abartılması despotluğa ve bürokrasinin yükselmesine sebep olur. Communitasın yükselmesi yapının daha karmaşıklaşmasına ve bu da yenilenmiş communitaslar için uğraşan devrimcileri meydana çıkarır. Büyük toplumların tarihi, politik düzeydeki bu salınımın tanıklığını sağlamaktadır. (Turner 1969: 373)

Kısaca özetlemeye çalıştığım Turner’ın dialektik kavrayışı böyledir. Din ile sanat aynı kökten hareket etmektedir. Soğuk bir İngiliz bilimadamı olan ve yapısal düşünen Turner’ın kavrayışından hareketle Yeşiller’in konumu belki de belli olmuştur. Bu yapısal tanımlama Muhsin’in bahsettiği Fransız ihtilalinin toplumun zararına olduğu ya da Rus devriminin yine nasıl oluyor da toplumun zararına işlediğini açıklamaktadır. Her koşulda yapı (structure) kazanmaktadır. Sıklıkla vurguladığım üzere, biz Yeşiller’in de çoğu konuyu yorumlarken, buna benzer hataya düşme potansiyelini tekrar hatırlatmak isterim.
Şimdi gelelim çok tanrıcılık ve tek tanrıcılık arasındaki tartışmaya..

Polymitos ve monomitos olarak tanımlanan bu dikotominin temelindeki ayrım, tamamen söylenceden ne anladığımızla ilgilidir.

Monomitos’a (tektanrıcılık) göre; “doğruluğun çıktığı yerde söylenceler son bulur.”

Polymitos’a göre (çok tanrıcılık) ise;“doğruluk, söylencelerin bitiş değil çıkış noktasıdır.”

Sorun tam buradadır. Monomitosçulara göre söylenceler değersizdir. İslam ve bilimum tek tanrılı dinlerin söylencelere, dolayısıyla sanat ve edebiyata boş bir uğraşı gibi bakmasının sebebi budur. Bunlar bir kere doğru değildir! Hakkaten öyle değil midir? Şairler ve edebiyatçılar Nietzche’nin derin ifadesiyle, yalancıdan ibaret değil midir?

Polymitosta ise tüm doğrulukla ilgili söylemler birer söylenceden ibarettir. Buna karşılık her söylencenin içinde biraz da doğruluk payı vardır! Çünkü tekrar vurgulamak gerekirse doğruluk, söylencenin bitiş değil çıkış noktasıdır. Her yazar ve şair kendi bilgi birikimi üzerine yenisini inşa
ederek işe başlamaktadır. Öyle değil mi?

İşte burada bize bin yıldır kavratılmış olduğu haliyle sanatın konumu kalmaktadır. Artık sadece sektör olan sanat, neden felsefi diyaloglarda kendisine yer edinememektedir?

“Bir doğruluğu, öykülemek”

Çok tanrıcılığı, sanat diye tanımlayınca değersizmiş gibi algılarsınız. Ne de olsa sanat “boş bir uğraştır.” “Din” diye tanımlarsanız hiç birşey söylememiş olursunuz. “Bilim” olarak tanımlamak ta mümkündür. Fakat bu kez bilime saygısızlık etmiş gibi olursunuz. Çok tanrıcılığa estetik gözle
bakmazsanız, her kızılderili bilgeyi ya da şamanı öncelikle “bilmediğini bilen” biri olarak değerlendirmezseniz -ki bunlarda çoğunlukla hayatın ve dünyanın bilinmezliği karşısında bir boyun eğiş vardır.-, zaten yasaklanmış olan çok tanrıcılığı kavrayamazsınız. Dahası İslam’ın içine sızmış olan ve günümüzde de saygı duyulan bilgelerdeki şamanik unsurlar, tam da bir iktidarmış gibi kanun koyan ile bilmediğini şairane bir dille vurgulayan arasındaki ayrımdır. Sırf bilmiyor olduğu ya da son sözü söylememiş olduğu için saygı duymazsanız, zaten din işte orada başlar. Bildiğini iddia edenlere aldanmaktan öteye geçemezsiniz. Buna karşılık tarih bize böyle bir yalancılığın içinde bile bir erdem olduğunu öğretmektedir. Ta ki bu bahsi geçen kişi öldükten sonra başka “dinleyecek-soracak-muhabbet edecek” kişi bakmaktansa, patolojik bir tavırla, dünyadaki yeni söylencelerden yüz çevirmeye dönüşünceye kadar…

Oysaki “doğruluğu öykülemek”, hayatı yaşama sanatı ile ilgilidir. Doğruluk kuru bir bilgi olarak dolapta durursa değersizdir. Her doğruluk öykülemeyle birlikte yaşayabilmelidir. Bunlar, “Modus vivendi” denen birlikte yaşama biçimi halinde varolurlar. Çok tanrıcılık tam da budur.

Kısacası Sokrates, Platon, Shakespeare, Descartes, Tolstoy birer peygamberdir. Süleyman, İsa, Muhammed ise birer şair. Aklımızda yarattığımız bu iki evren arasında ise istediğinizi istediğiniz yere yerleştirin… Ama dikkat bunu yaparsanız zaten polymitosçu olursunuz.

Polymitos bir din değildir. İnsanın kendi zihninin temel çalışma prensibidir. Bu sebeple tarihte ne kadar geriye giderseniz gidin ya da dünyanın isterseniz öbür ucuna gidin, her yerde çok tanrıcılığı bulursunuz. Fakat polymitos ta kurumsallaşıp, dogmalaşabilir. Polymitosçuluk çok eskilerde kaldı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Her tabela birer ikondur. Her esnaf, kendi mabedinde işini yapmaktadır. Levis-Strauss’un dizisel bilinçlilik dediği ve böylelikle ilkel-uygar insan ayrımını reddedişi, tam da budur. İki bin yıl sonra bizim yaşamlarımızı inceleyen arkeologlar ya da uzaylılar, bizim Macintosh’a taptığımızı sanabilir. Ne de olsa saatlerce önünde dua ediyoruzdur. Ya da tam tersi, çoktanrıcılıkta, örneğin, Yunan heykellerine tapınıldığını düşünüyorsanız bunun sebebi, tam da o heykellerin işlevinin ne olduğunu kavrayamıyor olmamızdan kaynaklanır. Dahası illede işlevselliği kavramaya çalışan modern zihinlerimiz de bu anlamda koca bir engeldir.

Ben bir çoktanrıcıyım ya da polymitosçu. Shakespeare’e taparım. Tolstoy hazretleri benim ilahımdır. Fakat bi dakka.. Bunların sadece birer insan olduğunu da bilirim. Demek ki; Benim tapınmam ile tektanrıcılığın tapınması arasında dağlar kadar fark var. Peki sorarım Dilaver sana: “Doğrudur; çok tanrıcılık insanlar arasında eşitsizliği meşru kılar. Bak işte ben Tolstoy’a tapıyorum. O benim yukarımdadır. Olmasın mı? Bence varsın bu kadar eşitsizlikte oluversin. Onun bu şekilde yukarıda yer almasıyla, benden (nasıl olsa bir şekilde) fazla elde edeceği özgürlük ve olanaklarda gözüm yok!” Esas sorun eşitlik diyerek insanların yaşam alanını, küçük olana göre daraltanlardan kaynaklanıyor. Yapı (sructure) tam da bu düşünceyi kendisine araç ederek işin üstesinden geliyor. Bence bunlar Nietzche’nin dediği üzere “namusu överken şehvete çağırıyor.”

Dahası Süleyman mitosunu, Muhammed hazretlerinden daha çok severim. Çünkü o daha büyük bir şairdir, hatta o kadar ki, bildiğimiz üzere kuşlarla konuşur. Muhammed ise daha çok siyasetçi ve hukukçudur, sanata ilişkin pek az şey bulurum onda. Bu sebeple Yeşillerin ekolojik peygamberi Süleyman’dır işte… Haa bir dakka! Bir de doğa / kültür ayrımını sorgulayan Levis-Strauss…
Unutmadan bir de Tolstoy’dur tabi, ne de olsa kırsal yaşamı öve öve bitiremez… E, tabi bir de Bookchin… Üzgünüm ama yine çoğaldı. Oysa bir teklik ve birlik yaratmak ve son sözü söylemek istemiştim.

Sevgili Dilaver, üstadım; Nietzche’den alıntı yapmışsın; asli olanı yerine koymak demişsin. Kusuruma bakma ama Nietzche’yi senin gibi yorumlayanlardan haberdar olmakla birlikte, bence bu yorum tamamen yanlış. Nietzche, tek tanrılığı yaratan esas Zerdüşt’ün küllerini dağa geri götürür. Böylelikle hiç gelmemiş gibi yapar. Zaten Nietzche, sürekli bir takım kavramları putlaştırır ve bu tavrının örnek olmasını bekler, ne de olsa O, bir öğretmen ve bir peygamberdir. Dionysos’un havarisidir Yine de açmak gerekirse Nietzche’nin tüm kavramları dinamiktir ya da kişileştirilmiştir. Kafasına göre istediği kavramı, kendi entelektüel aklıyla ve ruh haline göre ötekiler ya da ön plana alır. Böylelikle ilkesiz mi olmuş olur Nietzche? Açıkçası ilkesizin önde gidenidir.

Senin başladığın yerden kapatayım. Belki de bu şık olur. İbrahim Ferrera, Küba’da evine konuk olan gazetecilere putlarını göstermektedir. Hergün putunun önüne bal koymakta ya da sunmaktadır. Bir de mum yakmaktadır. Şöyle söyler: “Bunu yemeyeceğini elbette biliyorum!” Ha-ha. Bu durum tam
da bize nasihat edilen İbrahim hazretlerinin mitosu değil midir? Yani putlar hiç balta kullanır mı?

Şimdi gel de bunu yorumla…

TURNER, Victor. Liminality and Communitas, in The Rituel Process: Structure and Anti-Structure (Chicago: Aldine Publishing, 1969), pp. 94-103, 125-30. Abridged

You may also like

Comments

Comments are closed.