Yeşeriyorum

Üçüncü Yol Olarak Yeşiller

0

Bu hafta siyasi partiler zincirinde yeni bir halka  ve Osmanlı’dan bu yana siyasette yaşanan derin kırılmalar açısından bütünü ile çizgi dışı bir siyasi parti olarak Yeşiller Partisi kurulmuş olacak.

Üstelik ana çizgisi bakımından tam zamanında ve en fazla ihtiyaç duyulan zamanda. AKP’nin iktidar olmasından bu yana alttan alta süregelen çekişmenin Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra açıkça çatışmaya dönüştüğü ve toplumdaki gerilimin doruğa çıktığı bir zamanda, doğal dengenin bozulması meselesinden yepyeni bir uygarlık vizyonu ve siyaset önerisi geliştiren bir siyasi partinin lüks olduğu düşünülebilir. Oysa gündelik yaşamımıza dair ağır sorunları düşündüğümüzde asıl lüks olanın cumhuriyetin bekası, demokrasi, laiklik gibi meselelerle dayatılan “yukardan siyaset” biçimi olduğu açık değil mi?

Bu hararetli gündem içinde kaynayan ülkemizde 48 şehir su açısından alarm veriyor, büyük şehirlerdeki baraj seviyeleri çok düşük seyrediyor, birçok nehir kurumanın eşiğinde, geçen yıl bütün ülke, bu yıl ise Güneydoğu uzun yıllardır görülmemiş seviyede bir kuraklıkla karşı karşıya ve bunun sonucunda sofralarımızdaki temel gıda ürünleri pahalanıyor. Ulaşımın hâlâ motorlu taşıtlara dayanması nedeni ile büyük kentlerde yaşanan hava kirliği, şehirlerde sokaklarda yatan insanların çoğalması, gelir sıkıntısı, fazla çalışma, gün geçtikçe daha da artan iş güvenliği meselesi Ankara’da yaşanan halat germe oyunundan çok daha önemli değil mi?

Tarım topraklarının betonlaşması, enerji ihtiyacının sonsuz kaynaklar olan yenilenebilir yollarla değil, kömür, doğal gaz ve petrole dayalı olması, bunun sonucunda elektrik fiyatlarının yükselmesi laiklik ya da milli irade tartışmalarından çok daha fazla gündelik yaşantımızı etkilemiyor mu?

İşte Yeşiller tam da bu nedenle, yüksek siyaseti değil daha yaşamsal sorunları eksene alan, toplumun ihtiyaçlarını gözeten ve bunları politik arenaya taşıyan bir siyasi partiye daha fazla ihtiyacımız olduğunu düşünerek siyaset sahnesine giriyor.

Merkezine aldığı ekolojik sorunları birincil öncelik olarak görmesi, onun yüksek siyasete ait sorunları önemsemediği ya da bu konularda söyleyecek sözü olmadığı anlamına gelmiyor. Tersine yeşillerin pek de alışıldık olmayan yaklaşımı, siyasi kutuplar arasında sıkışıp kaldığı için halının altına süpürülmek zorunda kalan sorunlara çok daha makul, çok daha özgürlükçü, çok daha toplumsal çözümler getirmeyi vadediyor.

Çekinik Gelenek ve Yeşiller

Türkiye’de varolan iki ana siyasi geleneğe baktığımızda, özde müttefik ama yöntem ve ayrıntılarda farklılık üzerine kurulu olduklarını görürüz. Batılılaşma olgusu karşısında da temelde iki ana hat vardı. Birisi cumhuriyeti kuran kadroda hayat bulan Batı medeniyetine dâhil olmak, diğeri ise bu medeniyetin kimi çıktılarının (ilmini, fennini, ekonomik örgütlenmesini) alınmasını, ama kültürel çıktılarının gümrüğe tabi olmasını eksene alıyordu. Aslında ne muhazakarların ne de Batıcı denilen kadronun modernleşmek konusunda en ufak bir tereddüdü yoktu. Ayrılık modernleşmenin nasıl olacağı üzerine kuruluydu.

Cumhuriyeti kuran kadro, modernleşmeyi bölünmez bir bütün olarak görmekteydi. Eğer modernleşme Batı uygarlığının ürettiği bir şey ise, Doğulu bir ülkenin modernleşebilmek için kabuk değiştirmekte tereddüt etmemesi gerektiği kanısındaydı. Bunu yaparken bir direnişle karşılaşacaklarını biliyorlardı, ama insan iradesinin adeta evrenin özü olduğu görüşüne sahip kurucu kadro bu konuda gözü kara olmaktan yanaydı. İlk başlarda öncü bir kadronun sürüklemesiyle yapılacak olan köklü reformlardan elde edilen kazanımlar sonucunda toplum da bu sürece dâhil olacak, düzen normalleşecekti. Cumhuriyetin kurucusu olan Atatürk buna yürekten inanıyordu, hedefi de aslında bir Batı demokrasisi kurmaktı. Ama bunun için önce koşulların olgunlaşması gerekliydi.

Diğerleri, yani eskinin düzen güçleri olarak kabul edilen muhafazakârlar ise halka rağmen halk için bir şey yapmanın çok ağır bedelleri olacağını, toplumun katılımının ve onayının alınabilmesi için ortak değerlerin başında gelen dinden uzaklaşılmaması gerektiğini düşünüyor, yavaş bir devrimden yana tavır koyuyorlardı. Onlar, kimliksel olarak kendini kaybetmiş bir toplumun medeniyet karşısında kurucu değil, ona kölece itaat etmiş bir şey olacağı kanısındaydılar. Ama onlar da ilerlemeye, medeniyetin kazanımı olarak gördükleri bilim ve tekniğe kayıtsız kalınamayacağı, eski günlerdeki kadar güçlü bir Türkiye olmanın ön koşulunun da Batı’nın sanayisini, ekonomik gelişmişliğini aynen bünyeye dahil etmek olduğu konusunda diğerleriyle hemfikirdiler.

Bu bakımdan bizdeki muhazakarlığın Batı’daki gibi yeni düzene esastan bir meydan okumaya dayanan ve güçlü sesini romantizmde bulan kültürel bir muhafazakârlık olmadığını söyleyebiliriz. Bizdeki muhafazakârlık başından beri Batı tipi bir toplumsal yaşama karşı ahlakçılığın savunulduğu, püriten bir muhafazakârlıktı. Onlar için din toplumun çimentosuydu, radikal laikliğe olan direnişin arka planında da asıl olarak çimentonun yok sayılması halinde yaşanabilecek toplumsal çözülme korkusu vardı. Çünkü bunların ahlaki çöküşe neden olacağı kanısındaydılar. Aslında cumhuriyeti kuran kadronun da bu konuda diğerlerinden kökten bir farklılığa sahip olmadığı çok açıktır. Nitekim cumhuriyetle birlikte Osmanlı feministlerinin tasfiye edilip, kadınların tayyörleriyle erkeklerin yanında yer alması, ama kadınsılığın erkeksi bir maske ile perdelemesi bunun kanıtları arasındadır.

Dolayısıyla Batı’da muhafazakârlığın eleştirilerine neden olan sanayileşme, teknoloji, ilerleme, ekonomik gelişme gibi olgulara dönük eleştiriler ve direnişler, bizdeki muhafazakârlığın ana damarı olmadı. Tersine bizdeki muhafazakârlar ilerleme ve modernleşmeyi güç temelli okuduklarından, onun en sadık uygulayıcıları oldular.

Bu muhafazakâr damarın kıyısında Nurettin Topçu’nun Anadolu Sosyalizmi ve buna eşlik eden cemaatçiliğinden kaynaklanan ilerleme, modernleşme ve sanayileşmeye karşı son derece eleştirel, hatta pastoral denebilecek bir başka muhafazakârlık biçimi yer alıyordu. Bu muhafazakarlığın estetik biçimi ise Ahmet Hamdi Tanpınar’da karşılık buldu. Ancak bu gelenekçi yapı, diğer ana damarın yanında kıyıda kalmaya mahkûmdu ve nitekim Topçu’dan ve Tanpınar’dan sonra, önce Cemil Meriç’te, daha sonra ise bir dönem İslamcılıkta hayat bulan bu anlayış ana akım tarafından marjinalize edildi, hatta sönümlemeye terk edildi.

Bu bakımdan ilk kez bir siyasi partinin ekolojik bir eksenden yola çıkarak, modernleşmeye itiraz ederek, farklı bir medeniyet tasavvuru önermesi, bir yerde bu çekinik damarın da çok daha tutarlı ve özgürlükçü bir biçimde hayat bulmasına neden olabilir.

Çünkü gerek Topçu’da, gerekse Tanpınar’da, muhafazakârlıklarının bir gereği olarak bireysel özgürlük ve çoğulculuk hiç hayat alanı bulamadı. Özellikle Topçu’da cemaatçiliğin yer yer faşizme kaydığını görmek mümkündür, Tanpınar ise melankolik bir hüzünle, bir edebi anlatı kurmaktan öteye geçemedi ve bireysel özgürlük olgusunu gündemine almadı..

Oysa Yeşiller, kaynağında yer alan Anarşizm ve sosyalist birikim nedeni ile modernliği farklı bir uygarlık  ve onun sağladığı özgürleşme adına aşmayı eksene alan bir siyasal hareket. Kuşkusuz köklerindeki romantik kırcılık (pastorallik) nedeni ile muhafazakâr bir yan taşısa da, bu ahlaki olmaktan çok siyasal, büyük ölçüde de kültürel bir muhazakarlıktır.

Sonuçta önümüzdeki hafta Türkiye bugüne kadar sahip olmadığı ve iki modernleşmeci çizginin tamamı ile dışında kalan, radikal demokrat, sosyal adalet eksenli ve politikayı soyut fikirler ya da idealler üzerinden değil gündelik yaşamdaki ana sorunlar üzerinden yapmayı ilke edinmiş, güç saplantısı olmadığı için de devleti ele geçirip toplumu yeniden düzenlemek gibi amaçlar gütmeyen bir siyasal parti ile tanışacak.

İnancım o ki bu siyasi çizgi toplumca iyi anlaşılabilir ise Türkiye siyasal tarihi açsından bir devrim anlamına gelecek. Yeşiller buna hazır. Ya siyaset?

Dilaver DEMİRAĞ
Yeşiller Partisi Kurucu Üyesi

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.