Yeşeriyorum

Boşlukta Bir Oyun

0

Hiç kuşku yok, bir şeyler oldu bana. Ve olanlar, hani o alışılagelmiş kesinlikle, açıklıkla değil, hastalık biçiminde oldu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti; biraz saçma, biraz rahatsız bir insan gibi duymaya başladım kendimi, hepsi bu kadar işte. Bir kez gelip yerleşince de bir daha kımıldamadı, kalakaldı öylece ve ben hiçbir şeyim yok sandım, yanıldığımı sandım. Oysa ki şimdi, işte bak, varlığını duyurmaya başladı.”

Sartre, felsefesinde ilk hamleyi Tanrı’ yı reddedişi ile yapar.  Diğer yandan metafiziksel temelini güçlendirmek için “öznellikten” yola çıkar. Felsefesini “varoluş, özden önce gelir” sözüyle özetler. İnsan bu dünyaya “atılmıştır” ve kendisini sürekli seçerek oluşturur. Bir başka açıklama ile o tasarlanmamıştır, kendisini tasarlayandır.  Kader ya da insan doğası gibi zorunlu yaşamları reddeder, öte yandan bireyi “özgürlük” kavramına mahkum eder. Boşlukta başlayan bu oyun, bireyin, varlığı ile bilincini ayırt ederek sorgulamaya geçmesi ile bir üst noktaya taşınır. Bu “bulantı” nın da başlangıcıdır. Birey, boşluk içerisinde kendi donuk ve yapış yapış olan bedeni ve onu saran maddi dünyanın “fazladanlığı” içerisinde boğulmaya mahkumdur.

Öte yandan bu bunaltı ve  mahkumiyet, bireyi ne bir intihara, ne de bir tür çılgınlığa iter. Sartre burada an’lık gerilimleri, güçlü kalemi ile bizlere anlattığında, her birimiz hayatın bir noktasında, bir varoluşçunun bu kendini keşfediş serüvenine katıldığımızı fark ederiz.  Kimse yoktur ki bir an’lık tüm maddelere ya da kendi varlığına yabancı hissetmemiş olsun. (Öyle ki, bir bebeğin gelişimi boyunca kendi uzuvlarını merakla incelemesi geliyor aklıma da… Sanki bilinç ile bedenin yeni tanışmaları ilk bu gelişme an’larında gerçekleşiyordur.)
Sartre bize bir durum anlatısı sunar. Onun kalemi, tüm içtenliği ile insanın bir zaman karesinde yaşamla ilgili sorgulamasını, bunaltısını ustaca yansıtır bize. Bunaltı’ nın ardından en çok ses getiren roman üçlemesi olan “Özgürlüğün Yolları” nda varoluş problemini daha derinlemesine ele alır. Tüm kahramanlar “iç sorgulamaları” ile “akıl çağı” na varırlar.
Sartre’ın yaşadığı dönem, modern topluma geçişin tüm sıkıntılarını içinde barındırır. Teknolojinin ilerlemesi ile karmaşıklaşan toplum ve yalnız insan; bunaltı ve yabancılaşma duyguları ile yüz yüze gelir.  Onun dönemi diğer yandan Tanrı’ dan kopuşu da sergiler ki bu da kişiye, bu yabancı dünyaya atılmış olduğu hissini verir.  Ama bilinç ve beden arasındaki ayrım metafizik yaklaşımdan ayrılmaz.
Bireyin önemsenmediği, ağır çalışma şartları altında saatlerin, günlerin, yılların harcandığı modern toplumun, çağın hastalığı olarak “depresyon” u tanımlaması elbet ki bir tesadüf değildir. Bu sonuç acaba hepimizin biraz varoluşçu olduğunu mu gösteriyor? Öte yandan varoluşçuluk, boşvermiş, bohem bir hayatı tercih etmiş insanların felsefesi olarak da karalanmıştır. Burada iki çelişkiyi yaşamaktayız; ilki Sartre’ın varoluşçuluğun bir burjuva felsefesi olmadığını savunması, diğeri ise varoluşsal sorgulamalar içerisine girmiş orta kesimden bir bireyin, bu sorgulamayı Sartre’ın romanlarındaki gibi durgun bir iç sorgulama ile atlatabilmesinin pek de rasyonel bir yaklaşım gibi durmayışı.
Bilginin, kavramların, bunların içerisinde hayallerin kirletildiği bir toplumda sıkışıp kalmış, kendine yabancılaşmış birey, depresyon ya da intihar seçiminin dışında ne denli varlığını savunabilir? Bu elbet ki bir yönden hayata iyi bir tutanak, geleceğe dair bir güvenli bakış ile olur ki bu da çeşitli maddi ve sosyal imkanları ile hiç de hoşlanılmayan burjuva sınıfında mevcut.
Diğer yandan Sartre savunmaları arasında “herkes varoluşsal bulantıyı içerisinde hisseder, ama çoğu kişi bunu ört bas etmeye çalışır” der. Buradan hangi noktaya varabiliriz? Varoluş sorunsalı modern toplumun getirdiği yalnızlık ve yabancılaşmayı mı sembolize eder, yoksa gerçek bir metafizik durum mu vardır ortada? Hiç bir sınıfa dahil olmadan bu sorunun yanıtını vermek oldukça zor. Kim inkar edebilir ki içimizde kavrulan yabancılaşma hissini, çözülen evlilikleri, yalnızlıkta asılı kalmanın verdiği boşluğu, en üst noktaya konmaya çalışan ‘aşk’ın içinde nice yıkıntılar barındırdığını. Kim iddia edebilir insanın, hayatının herhangi bir döneminde aynaya bakarak, yüreğindeki sıkıntı ile “kimsin sen?” demeğini… İntihar oranlarının çok yüksek bir seviyede olduğu, artan teknoloji bağımlılığı ile yabancılaşmanın hız kazandığı çağımızda, toplu bir cinnet mi geçirmekteyiz; yoksa tüm bu varoluş sorgulamaları, an’lık fark edişler ile çırpınmalarla yolumuzu bulamamakta mıyız?
Varoluş sorunsalı bir sembol mü, yoksa ispatlı bir metafiziksel durum mu?
Ben oyumu modern toplumun getirdiği bir “benlik” kaygısı yönünde kullanıyorum. Varoluş sorunsalı metafizik alt yapısıyla çağın dramını anlatabilen güçlü bir sembol kanımca.

Fotoğraf: Henri Cartier

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.