Yeşeriyorum

Kalkınma: Dünyalıların Dünyaya Saldırısı

0

Mustafa Şen – [email protected]

Paradigma Ne Söyler: Kalkınalım

… ve dünyalılar kalkındı. Bir uzaylı olsaydım böyle derdim; ki ben uzaylıyım ve siz de uzaylısınız; ne yani, dünya uzayda değil mi?

Kalkınma dediğimiz şey, aç gözlü dünyalıların dünyaya saldırmasıdır. Yani dünyalılar kalkındı demek, dünyalılar dünyaya saldırdı, dünyayı talan etti demektir. Buradan, imar etti anlamı çıkmaz ve ümrandan bahsetmiş olmayız.

Evet, dünyalılar kalkındı. Kalkındı da ne oldu? Başları göğe mi erdi dünyalıların, –uzaya yani–. Evet, doğrusu başımız göğe erdi, erdi ama çöplerimizle birlikte; yani bizim başımızla birlikte çöplerimiz de göğe erdi. Kalkındık ve uzayı yani göğü de kirlettik. Halbuki, kalkınmanın olmadığı dönemlerde insanlar dua ederken, yakarırken şöyle diyorlardı: Adam öldürmedim, … suları da kirletmedim…

Kalkınma ve ilerleme gibi kavramlar bir önceki çağa ve bir önceki paradigmaya; çökmüş bir paradigmaya ait kavramlardır. Ne kadar çok aydınlanma o kadar çok ilerleme; ne kadar çok ilerleme o kadar çok kalkınma… modernliğin amentüsü bunun gibi bir şeydir. Fakat, diğer taraftan kalkınma ve ilerleme olmadan da olmuyor. Öyleyse, ne olacak?

Kalkınma ya da değil, ilerleme ya da değil, modernleşme ya da değil; her ne olacaksa, bu, merkezden yapılınca bir türlü, yerelden yapılınca başka bir türlü olmaktadır. Bu durumda, merkez çevre bağlamında, kalkınma ekseninde, merkeze karşı yerel çabanın yüceltilmesi ve desteklenmesi mi gerekir? Belki!..

Bu yazıda, bu iki bağlamdan hareketle Bölge Kalkınma Ajanslarına (BKA) bir olumsuz, bir de olumlu yaklaşımda bulunacağız. Olumsuz yaklaşımımız aydınlanma ideolojisinin bizde yaptığı bir “düşük” olan günümüz kalkınmacılığına karşı bir eleştiri içerecektir. Olumlu yaklaşımımız ise, bölgeye yaptığı vurgu üzerinden yerelliğin gelişimine ve dolayısıyla; inanılmayan, güvenilmeyen ve beğenilmeyen yerelliye yani yerelde olana verdiği desteğe dair olacaktır.

Çöken Bir Paradigmanın Yaptığı Düşük

Yazının bu kısmında kalkınmaya dair olumsuz bir yaklaşım geliştirip oradan BKA’lara uzanacağız. Şöyle ki: Kalkınma ideolojisi, aydınlanmacı ilerlemeciliğin ve modernizasyonun bir ürünüdür. Bu ürün, masum değildir. Kalkınma, ne pahasına olursa olsun kalkınma, demektir. Kalkınmanın, kalkınma karşılığında istediği paha ise insanın ruhu ve dünyanın ruhu oldu. Daha çok üretmek, daha çok tüketmek, yine daha çok üretmek ve yine daha çok tüketmek; yani kalkınmak, kalkınmak ve yine kalkınmak… Nasıl, hangi ahlakla, hangi değerle, nereye kadar, bu meşru mu? Bu sorular, kalkınma deyince anlamsız sorular haline dönüşmektedir.

Kalkınma ekonominin, ekonomi de bilimin konusu olduğu için, kalkınmaya karşı çıkmak bilime karşı çıkmak olarak algılanıyordu. Bilim tanrıydı ve bu sebeple karşı çıkılamazdı. Kalkınmak bilimsel bir şeydi. Aslında, öznenin ve nesnenin doğasında olana dair bilgi anlamında bilimsel de değildi. Burjuva bilimi bağlamında bilimseldi. Yani, değerden bağımsız da değildi, burjuva değerleriyle yüklü bir bilimsel paradigmanın aynı değerlerle yüklü bir biliminin elindeki sömürgeleştirme ajanıydı kalkınma. Kalkınma hamlesi, dünyanın doğasını tahrip etmekle sonuçlandı. Yani, doğanın doğasını bozmakla, doğanın doğallığını yok etmekle. Demek ki, bizim ahlak diyeceğimiz bağlamda ahlaki bir şey de değildi kalkınma.

Kalkınma iyidir ya da kötüdür dersek, bu, ahlaka dair bir şey demiş olmaklığımız olur. Evet, ama ahlaktan soyutlanabilecek insan edimi olabilir mi? Hayır? Öyleyse, kalkınma ideolojisinin ve kalkınma tatbikatının yaşadığımız sonuçlarından hareketle böyle bir şey diyebiliriz. Ben, dünyalıların kalkınma maceraları kötü oldu diyorum; hem dünya için hem de dünyalılar için.

Aydınlanma ideolojisi, ilerlememeyi doğrusal ilerleme olarak alıp bunun görülür ve somut ürünlerini de kalkınmayla ifade ediyordu. Bu bilimsel, zorunlu bir olguydu. Aksi mümkün ve doğru olmadığı gibi, başka bir yol da yoktu. Dünyalılar, önce Batılılar olmak üzere bu delikten geçeceklerdi. Nitekim geçtiler de pey der pey. Çoğu gitti azı kaldı. Kalkınmamış yerler de kalkınacak.

Yukarıda, kalkınmanın pahasından bahsetmiştik. Kalkınma, burjuva bilimi ve burjuva ahlakının bir ajanı olarak kendini kendi meşruiyeti ile birlikte inşa ediyordu. Gerek kendisinin, gerek biliminin ve gerekse ahlakı ve meşruiyetinin, kökünden reddedilecek şekilde eleştirilmesi gerekmektedir. Bu bilimle, bu ahlakla ve bu meşruiyetle yapılacak olan kalkınmanın bir gün kalkınmaya kaynak kalmayacağı için kendiliğinden çökeceğini söylemek için kahin vb. olmaya gerek yok. Hatta, sürdürülebilir kalkınma ve çevre odaklı kalkınmayı bile önemli ölçüde buna dahil edebiliriz. Kalkınma, dünyalıların tatlı bir zehri oldu.

Bütün bu anlatılanlarla BKA’ların alâkasına gelince, tek bir cümle yazmak yeterlidir: Bölgesel kalkınma ajanslarının bu paradigmadan ayrı kalır bir yanı yoktur.

Yerelin Dili, Merkezin Dini

Yazının bu kısmında BKA’ların olumlu gördüğümüz bir yanından bahsedeceğiz. Ankara, kendisinden başkasına inanmaz, kendisinden başkasına güvenmez, kendisinin yapmadığı hiçbir şeyi de beğenmez. Bu, daha önce İstanbul için geçerliydi. Her şey İstanbul’dan planlanacak ve İstanbul’dan yürütülecekti vs. Şimdi, aynı şey Ankara için söylenebilir.

Vaktiyle, Prens Sabahaddin, merkeziyetçiliğin ideolojisini kuranlara karşı adem-i merkeziyeti ve teşebbüs-i şahsiyi savunurken, merkezin, işlerin önünde engelden başka bir şey olmadığını söylemeye çalışıyordu. Aradan bir asır geçti, değişen bir şey yok. Bunu bir yazımızda şöyle ifade etmiştik:

“Osmanlı’da ilk birkaç yüzyıl merkeziyetçilikle adem-i merkeziyetçilik arasında bir denge sağlanmıştı; ancak, 17. ve 18. yüzyıllar boyunca denge merkeziyetçilik aleyhinde değişmeye başladı yani adem-i merkeziyetçi güçler mevzi kazanmaya başladırlar. 19. yüzyıla gelindiğinde ise adem-i merkeziyetçiliğin de ötesinde, “acz-i merkeziyetçilik” demeyi uygun bulduğum bir durum ortaya çıktı ve bunun sonucunda en merkezde bulunan ve aynı zamanda da, tarihin, en fazla acz içinde olduğuna şahitlik ettiği padişah müessif bir hadise sonucu canından oldu. Vaziyetin vehametini en canalıcı noktasından kavrayan II. Mahmut “acz-i merkeziyetçi” durumun canına okumanın da ötesine geçerek, adem-i merkeziyetçi unsurların tamamını bertaraf edip merkeziyetçi ama tam anlamıyla katı merkeziyetçi bir yönetim modeli oluşturdu… Biz henüz “Mahmudiye” diyeceğim bu tarzı aşabilmiş değiliz. Yeni cumhuriyet bu manada aslında yeni bir şey getirmiş değildir. Son dönem katı Osmanlı merkeziyetçiliği bir kısım pratik faydalar için aynen benimsenmiştir… Cumhuriyet yeni bir rejim olarak kendisini kurup takdim ederken, kurumlar bakımından Osmanlı’nın devamı olmayı gocunulacak bir olgu olarak görmedi; belki göremezdi ve görmemeliydi de. Zaten Cumhuriyet’i kuranlar Osmanlı askerleri, Osmanlı bürokratları, Osmanlı eşrafı ve esnafı, Osmanlı aydınları ve Osmanlı tebasıydı. Bu bakımdan herkesin kendi bildiğini yapmasından daha doğal bir şey olamazdı. Merkeziyetçiliğin tevarüs edilip yeni şartlara uyarlanması da aynı doğallığın neticesi olmuştur.”1 Bu gün yaşamakta olduğumuz şey, dün yaşanmış olandan çok farklı bir şey değildir.

BKA’lara karşı eleştiri yöneltenler meselenin özü olan kalkınmanın ahlaki bir sorun olduğu noktasından hareketle değil, bir kısım yüzeysel konularda eleştiri yapmaktadırlar. Bu eleştirilerden birisi de, yerelleşmeyi sindirememekten kaynaklanan, ülkenin bölünmesi konusudur. BKA’lar ülkenin bölünmesine hizmet edecek gibi bir yaklaşımla ifade edilen bu eleştirilerin ülke bütünlüğü ile değil başka şeylerle ilgisi vardır.

Hadise şudur: İlerleme ve kalkınma için merkezden çevreye doğru yürütülen projelerden sonra, ikinci bir yöntem olarak çevreden merkeze doğru ilerleyen (bir başka ifade olarak yukarıdan aşağıya yerine, aşağıdan yukarıya kavramlarını kullanabiliriz; malum, Türk modernleşmesi yukarıdan aşağı bir modernleşmedir) bir kalkınma programı uygulamak gündeme gelmiştir. Bilindiği üzere, vaktiyle ABD’de başlatılan bu program geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’da da uygulanmış ve başarılı sonuçlar elde edilmişti. Bu bağlamda, ülkemizde de tam bu çerçevede olmasa da belli bölgesel kalkınma programları denenmiştir. AB sürecinde ise bölgesel kalkınmanın belli bir sisteme bağlanması öngörülmüş ve bir kanunla yapılması gerekenler için bir kanun çıkarılmıştır. Bu kanunla, öncelikle kanunun amacı ve kapsamı belirlenmiş ardından pek çok alt madde ile birlikte bölgesel kalkınma ajanslarının görev ve yetkileri sıralanmıştır.2

BKA’lar AB sürecinde aynı veri tabanı üzerinden çalışacak bir istatistiki bölge sistemi gereği oluşturulan NUTS bölge sistemine göre kurulmak üzere planlanmıştır. NUTS 2 kapsamındaki 26 ilde kurulacak olan BKA’lara ve ilgili kanuna, bu tür bir girişime ve yaklaşıma karşı çeşitli eleştiriler geliştirilmiştir. Kamu hantallığına içinde, her şeyin merkezde elinde bulunmasına alışık; fakat bu elindekilerle bir şey yapmamayı ve bir şey yapılmamış olan günü kârla kapatılmış gün sayan, iş yapmak yerine işin önünü tıkamayı erdem bilen bir zihniyetin BKA’lara ne diyeceği zaten baştan bellidir.

Sorun, merkezin tarihsel-kalıtsal tutuculuğudur. BKA’ları ülkeyi bölme aracı olarak görmek bu tarihsel saplantının uzantısından başka bir şey değildir. Hatta, biraz abartarak söylersek bunu adeta bir din haline getirmişlerdir. Bu tutuculuk, yerel kaynakların harekete geçmesinin engellemesinden ve dolayısıyla, eğer kalkınmak iyi bir şeyse, kalkınmaya engel olmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Merkez, merkezin ve yerelin aslında izafi şeyler olduğunu ve yereldeki insanın da kendisi gibi bir insan olduğunu kavrasa sorun sorun olmaktan çıkacaktır. BKA’lar belki buna hizmet edebilirler. Bu hususu BKA’ların en önemli olumlu yanı olarak kayda geçebiliriz. Kalkınma, yani dünyalıların dünyaya saldırısı eleştirimiz ise her zaman bakidir.

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.