Yeşeriyorum

Son Çılgınlığımız: Nükleer Enerji

0

Savaşlar çıkardık yetmedi, farklı ırkları yok etmeye kalktık hevesimiz kursağımızda kaldı, karakollar icat ettik, gündelik stres atma mekanları haline geldi, onlarca türü katletme becerisini bile gösterebildik. Dahası pek çok yıkım; macera filmlerimizin konusu oldu, matah kılıflara büründürüldü. “Güç” ün, kıyım ve şiddetle sağlandığı saplantısı bizlere görsel ve yazılı basınla aşılandı. “Erk” – “erkeklik” Asyalısından – Avrupalısına, “asker” beyinler yetiştirdi. Açılan kursağımız ile hiçbir didişme / vahşet bizleri doyuramaz oldu ki; en matah icatlarımızdan birisine yöneldik şimdilerde, devasa nükleer santrallerimize !

Bir nükleer santral, ne savaş gibi kalabalık ve gürültülü çatışmalara ihtiyaç duyar ne eşine – çocuğuna tokat atmaya; ne de sokaktaki kedinin kuyruğunu kesmeyle uğraşır. O zaten bizim yemeye çalıştığımız her türlü naneyi, hiç de bizleri yormadan gerçekleştirir.

İşte sizlere yaşanmış olan, sadece bir nükleer felaketin bilançosu:

28 Mart 1979’da meydana gelen Üç Mil Adası Nükleer Felaketi’nden sonra, bölgede yaşayan insanlar, sığınaklarda yaşamış ve uzun süre evlerine dönememişti. Felaketten yıllar sonra hayvanlarda ve bitkilerde genetik bozukluklar meydana gelmiş, iki başlı hayvanlar ve bitkilerde anormallikler ortaya çıkmıştı.

Felaketten yıllar sonra bölgede yaşayanlar arasında yapılan araştırmalar, felaket sonrasındaki dönemde sağlık sorunlarının had safhaya ulaştığını gösteriyor: Santral yakınında yaşayan 20 bin kişi üzerinde yapılan araştırmalarda, nükleer santral sızıntısının yakınında bulunanlarda akciğer kanseri oranlarının yüzde 300-400, kan kanseri oranlarının yüzde 600-700 arttığı tespit edildi. Pennsylvania Sağlık Komisyonu’nun verilerine göre, kazadan önce nükleer santral yakınında doğan çocuklarda görülen hipotroid vakaları kaza öncesindeki dokuz ay içinde 9 vaka iken, kaza sonrasındaki dokuz ayda 20 vakaya çıkmıştır. Santrale 8 ila 10 km uzaklıktaki bölgede bebek ölümleri kaza sonrasında 31’e yükselmiştir ki bu sayı, bir önceki yıl aynı dönemde 14’tür. Three Mile Island Nükleer Santrali’nin bulunduğu Dauphin bölgesinde çocuk ölümleri oranı felaket sonrasında bir yıl içinde yüzde 28 artmıştır ve bir aylıktan küçük bebeklerde bu oran yüzde 54’e yükselmiştir. Yine aynı bölgede, 1979-2001 yılları arasında 19 yaşına gelmeden kanserden ölen gençlerin sayısı 120’dir.*

Daha yaşanmış olan pek çok felakete rağmen, halen nükleer enerjinin savunulduğu yazılar görmek, onu cicili bicili “ekonomik kalkınma” başlığında sunmak da tam bizlere göre işte! Aslında hepimize yaraşan bugün nükleer santrallere “evet !” demektir. Neden boşu boşuna yaşadığımız dünyayı mahvetmek adına kendimizi yoralım ki, kuralım bir santral hatta bir de yetmez üç (!) , üç de yetmez yedi tane, ver Allahım, ver nidaları ile, geri kalan ömrümüzü birbirimizin suratına bakan ama elini uzatmaya dahi hali olmayan ucubeler olarak geçirelim, ne savaş olur o zaman ne de bunca stres…

Bu yazımı mitolojiden alıntı bir hikaye ile bitirmek istiyorum, nihayetinde bizlere bu kadar berbat iş yapma becerisini veren ve sonumuzu hazırlayan tek bir zaafın kurbanları olduğumuzu düşünüyorum:

NİHAİ SONUMUZU HAZIRLAYAN ZAAF / Kibir ( Hybris )

Tanrı Kephisos ile nympha Liriope’ nin oğlu olan Narkissos’ un hikayesini bilmeyen yoktur sanırım. Pek yakışıklı olan Narkissos, ergenlik dönemine geldiğinde birçok genç kızın ve nymphanın ilgisini çeker. Ne var ki hepsine duyarsız kalır. Nihayet nympha Ekho ona gönül verir ama o da ötekilerden fazla bir şey elde edemez ve inzivaya çekilerek zayıfladıkça zayıflar, en sonunda da inleyen bir ses olarak kalır. Narkissos’ un hor gördüğü kızlar, tanrılarından öçlerinin alınmasını isterler. Nemesis kızları duyar ve Narkissos’ a bir düzen kurar:
Havanın çok sıcak olduğu bir gün, bir av sonrasında, Narkissos, susuzluğunu gidermek için bir pınarın suyuna eğildi ve suyun aynasında kendi yüzünü gördü. Bu yüz o kadar güzeldi ki, Narkissos biranda ona aşık oldu. Bundan böyle gözü dünyada hiçbir şeyi görmez oldu ve suya eğilmiş olarak kendi suretine bakakalıp, öylece öldü.
İşte insan ne zaman ki dünyadaki yerini “aklı” ile biçimlendirmeye başladı, kentlerin surlarını örmeye iştahlandı, bu garip zaaf da onunla birlikte yürüdü… İlk tekerlekten, ilk kente başlayan serüvende, her bir adım yolda “insan” kendi keşfedip şekillendirdiği dünyada bir zaman sonra kendi kendisini esir aldı.
İlk rakibi “doğa” ydı onun için. Fiziksel eksikliğini / çelimsiz yapısını kıvrak zekası ile örttü. Bu şekilde kazandığı “türünü” devam ettirme hakkı; kibriyle “diğer türlerin” hakimi olduğu nevrozunu aşıladı. Önceleri bu oyun ona büyük şeyler kazandırdı; medeniyetler oluşturdu, vahşi yaşamı içinde yoğurdu, bu sayede kimi hayvanlar dostu oldu… Ne var ki “hakimiyet” duygusu, dönemin tedaviye ihtiyaç görülmeyen nevrozu, büyük binalar ve büyük imparatorluklarla birlikte büyük çelişkileri yanı başında bıraktı… Çünkü o kadar güzel geliyordu ki ona gördüğü yüzü, kendisinden başkasına bakmaya ihtiyacı yoktu… Çünkü o kadar hayran kalmıştı yaptıklarına her yere atmak istedi imzasını.. Doğa da, asıl onu doğuran ve yetiştiren doğa da; nympha Ekho gibi bitap düştü bir zaman sonra.. Ve bir zaman sonra ondan sadece inleyen bir ses kaldı…
Hikayenin sonunda Narkissos’ un öldüğü yerde bir çiçek bitiverir: Nergiz.. Ne var ki bizim hikayemizin sonunda, kendimizle birlikte götürdüğümüz koca bir dünyanın boşluğundan başka bir şey yer alamayacak ne yazık ki…

* http://www.antinukleer.org/arsiv.php?m=2

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.