Yeşeriyorum

Savaş ve Kadınlık*

0

Geçtiğimiz hafta gündemi en çok işgal eden şey ordu ile muhalefetin “neden erken çıkıldı”, “Ordu işini tamamlamadan, teröristleri yok etmeden geri döndü, bunun nedeni ABD oldu” şeklindeki suçlamalarına karşılık Genelkurmayın bu açıklamaları hakaret olarak sayıp muhalefeti vatan haini olarak suçlayan karşı bildirisi oldu.

Gündem bu tartışma sürecince daha bir savaşın, militarizmin ve erkek dilinin egemen olduğu bir havaya büründü. Tam bu tartışmalar yaşanırken Başbakan her zamanki erkek dili ile kadınlara en az üç çocuk doğurmalarını önerdi. Üstelikte bunu kadınlar günü dolayısıyla kadınlarla ilgili bir dikkatin kısa bir an için bile olsa gündemde olduğu bir esnada yaptı.

Bu üç olayı birleştirdiğimizde Türkiye’nin giderek İsrailleştiği ve bu İsrailleşme süreci içinde de milliyetçi-muhafazakâr bir dilin giderek daha çok yankı bulduğu sağ Kemalizm döneminin başladığı olgusu ile karşı karşıyayız. Ve bu dilin hedefi de kadınlar. Kadınların giderek daha çok erkeklerin/erkin hâkimiyetine girerek, özerk ve özgür varoluşlarını yok etmek için uğraşan bir kültür en çok da kadınları yüzsüzleştirip, anonim bir Cumhuriyet kadını ya da Şehit Anası kategorisi içinde yok ediyor. Kadınlar kadınlıklarından soyularak ölüm tanrısı Molak’a çocuklarını kurban olarak sunan Kenan rahiplerinin kadın versiyonu haline geliyor. Oysa “Oğluna kurşun değen her ananın kalbi deliktir” ama erkek dil, o delik kalbi çelikten silahların barut katılmış harcı ile kapatır ve taşlaştırır. Ortaya “Vatan Sağolsun bir çocuğum daha olsa onu da askere yollar bu vatan için ölmesini isterdim” diyen soğuk erkek zekâsı ile donanmış bedeni kadın, ruhu erkek Kimeralar çıkar.

Bu arada İsrailleşmek derken kastım şu. İsrail devleti başlangıçta tıpkı TC gibi batılı, modern hatta demokratik bir devlet olarak var olmuştu. Ancak bölgeye geliş biçimi ve özellikle 6 gün savaşı Arapları yenip Ortadoğu’da hayli geniş bir toprak işgal edince İsrail devleti giderek daha fazla militer, daha fazla muhafazakâr hale gelip, sağa kaydı.

Şu anda 30 yıla yayılan ve her geçen gün çözümsüzlük sarmalı içinde giderek daha kıyıcılaşan Kürt savaşı da Türk devletini demokratik bir devlet olmaktan uzaklaştırıp militer-milliyetçi bir devlet haline getiriyor. Bunun yaşama yansıması ise şahinliğin, militarizmin toplumsal hayatı da kapsayarak ırkçı, savşperver bir iklimin hayata egemen olması. İsrail’e de baktığımızda toplumsal hayatın tamamı ile bu tür milliyetçi-muhafazakâr bir hal içinde ırkçı, erkek ve dinci bir kimlik edinmişti. Bu iki ülkenin savaş sürecindeki benzerlikler nedeni ile Türkiye için de İsrail bir rol modeli halini alıyor.

Siyasal atmosfer bir kez böylesine yoğun sert, savaşsever bir iklim yaratınca bu iklim en çok kadınları dışlar ve kadınlar analık mertebesi ile yüceltilirken, onlara düşen tek sorumlulukta erdemli, edepli ve itaatkâr kadınlar olarak çok çocuk ama özellikle de erkek çocuk doğurup savaşçı asker mitini beslemektir.
Kadın bakışıyla militarizm ve milliyetçilik olgusu bu köşenin boyutlarını aşacağından ben savaş, kadın militarizm bağlantısı ile ilgili bu kadarla yetinip önce biraz tarih içi yolculuk yapacağım.

Kent, Uygarlık Savaş ve Kadınların Yenilgisi
Tarih bilgimiz yeterli olmayınca, ya da bize okullarda öğretildiği gibi savaşmak insan tabiatının bir parçası sayılıp doğal görüldüğünden, insanlığın avcılık öncesi toplayıcı döneminde hiç de savaşmadığını hatta yaygın bir şiddet durumunun olmadığı yönünde inandırıcı kanıtlar sunan antropologların söyledikleri de bilinmez.

Bu antropologların sunduğu ilk çağ resmi şöyledir diyebiliriz. İnsanlığın şiddetle ilk tanışması avcılıkla oldu, Avcılık doğal olarak hiyerarşinin de uç vermeye başladığı erkeğin kadınlara karşı göreli daha güçlü bir konum elde etmelerine yol açtı. Ancak insanlığın tarım evresine geçmesi ile birlikte bu durum değişti ve kadınlar yeniden dengeyi sağladı, hatta besin üretiminde kadınların baskınlığı, cinsellikte erkeğin rolü hakkındaki kısıtlı olması muhtemel bilgiler sonucu en azından kültürel olarak Anamerkezli bir toplum evresi yaşandı. Bu dönemde şiddet bütünü ile ortadan kalkmadıysa da yaygın şiddet görülmeyen bir şeydi.
Hatta birçok ilk çağ tarihçisine göre savaşçı olan çobanıl toplumlardı. Fakat şiddet topluma başka bir biçimi ile girip yaygınlık kazanmıştı: Kurban. Tarım topluluklarının çoğunda insan kurbanı bilinen bir olgu. İzleri geçtiğimiz yüzyılın (20.yy) ilk dönemine kadar süren bu olgu uygarlık denen süreçle birlikte daha yaygın bir kurban ayinine yani Savaşlara dönüştü.

Savaş Arkeolog Glassman’ın belirttiği gibi insanların “sadece grup halindeki insanların çiftçilik veya çobanlık mücadelesine çekildiği ya da oldukça daralmakta olan bölgelere mecbur bırakıldıkları yerlerde” oluşan bir durumdur. Savaşlarla ilgili ilk güvenilir arkeolojik kanıtlar, M.Ö 7500 yılında tahkim edilmiş bir yer olan, Kitab-ı Mukaddes öncesi Eriha’dan elde edilmiştir.”

Kadınların tarihsel yenilgisinde iki olgunun önem taşıdığı söylenir. İlki sabanın icadıdır, saban ve öküz sayesinde besin üretiminde erkeğin egemen olmaya başlaması ve bu süreçte erkeğin cinsellik konusunda kendi işlevine ilişkin bilgilerin artması ile birlikte erkekler yavaş yavaş iktidarı ele geçirmeye başladılar. Bu sürecin tamamlanması kent ile oldu. Kentle birlikte savaş yaygın bir kanlı spora dönüştü. Ve savaş köleleri ile başlayan süreç kadınların köleleşmesi ile son buldu. Kadınlar artık sadece iki yol ile güç paylaşımında rol alabilirdi. Annelik ve Cinsellik. Ancak bu iktidar da erkeğe bağlı bir iktidar olduğundan dahası erkekler kadın cinselliğin gücünü ve kendi cinsel güçsüzlüklerini iyi bildiklerinden kadın cinselliğini denetleme yoluna gittiler. Böylece cinsel bakımdan da özgür kadın lanetlenirken, annelik özellikle de erkek çocuk anneliği yüceltildi. Böylece kadınlar artık sadece kuluçka olarak değerliydi.

İşte bu bakımdan savaş şu an meydanlarda kasım kasım kasılarak salladıkları erkek gücünün simgesi bayraklarla ordularına övgüler düzen Cumhuriyet Kadınları, yahut “kınaladıkları” erkek çocuklarının ölüsü üzerinden yüceltilen şehit anneleri gibi milliyetçi şahlanış örneklerinde olduğu gibi en çok kadınları ezer ve Kasımpaşalı başbakan gibilere Üç çocuk sipariş ettirir.

* Bu yazıyı köşedaşım Aysen Ataseven’e ithaf ediyorum. Çünkü bu yazı bir yanı ile onun yazısına bir derkenar ve bir şerh sayılır. ( Şerh: metinler için yapılan yorum, Derkenar: Osmanlı döneminde resmi evrakların kenarına düşülen bir notken zamanla kitapların yanına alınan notlar içinde bu deyim kullanılmıştır)

  1. Molak: Kenan Halklarının Tanrısı. Fenikeliler savaş zamanlarında, felaketlerde bu Tanrıya ilk doğan erkek çocuklarını kurban verirlerdi. Kurban töreni Molak Suretindeki Tanrı’nın fırın ağzına çocukların atılması biçiminde olurdu.
  2. Kimera: Tek bedende çok kimlikli yaratık, ağzından alevler püskürten bir aslana benzeyen yaratığın başı aslan, gövdesi keçi ve kuyruğu yılan şeklinde garip bir yaratık. Yine gövdesi insan ve başı kurt görünümünde olan bu örnekler mitolojide yer almakta.
  3. John Zerzan, Savaşların Kökeni Üzerine http://yabanil.net/?p=241#more-241
    (tüm antropolojik tarama zenginliğine karşılık Zerzan bilimse dürüstlükten uzak bir ilkelci star olarak antropolojik ve arkeolojik verileri budayarak kendi tezlerini doğrulma çabasındadır. Zerzan’ın tezi ilkel Avcı- Toplayıcılarda savaş olmadığı yönündedir. Oysa bu onun romantik ilkelcilik imgesinin yarattığı bir çarpıklıktan başka bir şey değildir. Çünkü tersini ortaya koyan birçok örnek vardır. Savaş insanların dünyasına avcılıkla girdi.

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.