Akil insanlardan beklediğimiz, idare-i maslahat olmamalı. Vasatın arabuluculuğu değil. Güngörmüşlükleri, acımış bir “böyle gelmiş böyle gider” gevrekliğine dönüşmüş olmamalı. Merakları ölmüş olmamalı. Ki, dinleyebilsinler. Tecrübelerinden esas olarak kibir damıtmış olmamalılar. Tersine, güngörmüşlükle sadeleşmiş olmalılar. Büyük fikirlere, büyük davalara büyüklüklerini kaybettirmeden, onların gölgesinde biten otların farkında olmalılar. Can değeri bilmeliler her şeyden önce. Ki, dinleyebilsinler.
Müslümanı “kâfir bile her haliyle her suretiyle kâfir değildir” hikmetine, dinsizi “insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” bilgeliğine bağlı olmalı. Veya, hümanist-Marksist filozof Ernst Bloch’un “Homo homini lupus”a, “insan insanın kurdudur”a karşı diktiği: “Homo homini homo”, “İnsan insanla, insana insanlık edişiyle insandır” şiârına… Ki, dinleyebilsinler. Dinlediklerini göstererek, dinlemeyi öğretebilsinler. Kimsenin kimseyi dinlemediği bir vasatta, akil insanların gösterebileceği en büyük mucize bu olmaz mı? Dinleme deneyimleri yaratmak, böylece gerçek konuşmaya alan açmak.
Kimsenin akletmediğini akledecek, bilinemeyeceği bilecek değildirler. (Ancak bunun idrakindeyseler, onlara “akil” deriz zaten!) Aklını fikrini, varsın en akiller olsun, birilerine havale eden bir toplum, rüşdünü yitirmiştir. Akil insanlar, bundan en fazla rahatsız olanlardır. Bu rahatsızlığı paylaşmayı ve çoğaltmayı bilenlerdir; “biz”leri bir linç güruhu değil de, bir kuru kalabalık değil de, bir tüketici portföyü değil de, askere alınan vergi salınan çocuk doğurtulan bir devasa “insan kaynakları departmanı” değil de bir toplum, bir kamu olmaya ikna edecek bir dili kurabilenlerdir. Gerisi, “bizim” işimiz…
Tanıl Bora – Radikal