Köşe Yazıları

Trump’ın galibiyetini açıklamaya çalışmak

0

160302005451-trump-and-hillary-exlarge-169Türkiye için 9 Kasım sabahına gelinceye kadar, 2016 Amerika Birleşik Devletleri Başkanlık Seçimleri’ni Hillary Clinton’ın kazanacağından çoğu kişinin kuşkusu yoktu. Hem anketlerin seyri, hem diğer rakibin Donald Trump olması, hem de Demokratik Parti’nin oylarını bölüp, Cumhuriyetçi adayı öne çıkartabilecek bir üçüncü adayın olmaması gibi sebepler olası kuşkuları ortadan kaldırıyordu. Kimi yorumculara göre Clinton’un seçimi tarihi bir farkla kazanma ihtimali ile, Donald Trump’ın seçimi kıl payı kazanma ihtimali aynı oranda olasıydı. Yani tahminlerin merkezi Clinton’dan yana kaymıştı. Fakat ABD 8 Kasım’a uyurken, Türkiye 9 Kasım’a uyanırken ABD’nin 45. Başkanı Donald Trump oluverdi. Trump’ın gerekli delege sayısına ulaşmasından sonra toplam oyda Clinton rakibini geçmiş olsa da tüm temsili demokrasilerde olduğu gibi bu sonuç da bir “enteresanlık” olarak kaldı sadece.

Peki bu nasıl oldu? Trump açısından gelen bu zaferi açıklamaya çalışırsak neler söyleyebiliriz? Benim elimde üzerinde durmaya değer gördüğüm üç neden var.

Öncelikde Demokratik Parti’nin Obama’dan bu yana gelen fikri bir güçlü tarafı var. Bazen Türkiye’de ABD’nin Başkanı seçilen kişinin Ortadoğu’dan sorumlu bakan olarak seçildiği düşüncesi hakim olsa da, Obama’nın ABD Sağlık Sistemi’nde ya da buna benzer sıradan bir Amerikalı’nın hayatını ilgilendiren konularda önemli adımlar attığını biliyoruz. Zaten Obama’nın halen büyük bir destek görmesi de bunun işareti. Kısaca seçime Demokratlar, Cumhuriyetçilere nazaran daha güçlü girdiler. Fakat, burada liderlik konusu önemli bir etken ve üzerinde de durulmalı. Trump ile ilgili söylenmedik söz kalmadı. Kendi partisinden gelen eleştiriler bile hakaret düzeyine ulaştı fakat bu Trump’ı bir kesim için bir nefret öznesi yaparken; diğer kesim için ise bir lider konumuna soktu. Bununla birlikte liderlikle ilgili sonucu değiştiren kısmın ben Demokratlarda olduğunu düşünüyorum. Fikren güçlü olmasına rağmen, rüzgar kendisinden esmesine rağmen lider çıkartamayan yapılar, tüm bu güçlü özelliklerine ile birlikte kaybediyorlar. Üstüne üstlük fikren güçlü partiler, kendi iç mücadeleleri ile ortaya doğru kişiyi çıkartamadıklarında bu sürecin getirisi olarak da güç kaybediyorlar. Güçlü partinin içinden çeşitli aşamalardan geçerek aday olan Clinton, güçsüz ve dalga geçilen bir kişiye kaybedebiliyor. Bu durum sadece ABD için de geçerli değil. İç çekişmeleri zaferle atlatan ve burada dahil olduğu araca liderlik etme hakkını kazananlar, aynı kıvraklığı topluma liderlik etmeye gelince yapamıyorlar. Yani bürokratik liderliği ele geçirenler, karizmatik liderlik yarışlarını kaybedebiliyorlar.

Bir başka neden olarak değişim isteğinin üzerinde durulabilir. Obama 8 sene önce bir değişim talebinin üzerine gelmişti ve “Yes We Can / Yapabiliriz” diyerek ortaya çıkmıştı. İkonik afiş tasarımı bile hala akıllardadır. Yukarıda değinmeye çalıştığım gibi yapabildiği kadar da yaptı. Bu sene Trump da aynı güdüyle ortaya çıktı. “Make America Great Again / Amerika’yı Tekrar Muhteşem Yap” sloganı da bir değişime işaret ediyor. Obama’nın bilinmezliğe yönelik değişimi temsil eden sol sloganına karşı, Trump’ın geçmişe vurgu yapan sağ sloganı. Ne olursa olsun, değişim burada altı çizilecek kelime. Peki tüm bunlara karşın Clinton neyi temsil ediyordu? 40 yıllık bir politik kariyeri, 8 yıl Beyaz Saray’da oturmuş bir soyadını, bakanlığı, FBI desteğini vs. Değişim? Umut (ki bu da Obama’nın sloganlarından bir tanesiydi) ? Vizyon? Bunların yerine bir statükonun devam etmesi önerisi vardı. Bu öneri kaybetti. Bernie Sanders’ın ortaya koyduğu değişim heyecanının yanına bile yaklaşamadı Clinton. Bu yüzden de yanlış bir adaydı.

Son neden açıklaması  ve kabul etmesi en sıkıntılı olanı. O da çoğunluk politikası. Amerikan siyasetini açıklamaya çalışırken üçüncü cümlede söylemezseniz cahil görülebileceğiniz bir kavram var: WASP. Yani, Beyaz, Anglo Sakson ve Protestan. ABD’li bir makbul vatandaşın bu özellikleri taşıması gerektiği söylenir. Bu eleştirilerek söze başlanır. Fakat burada atlanan bir nokta var ki bu seçimlerde de bu ortaya çıktı. Bu bir olgu. Böyle bir grup var ve bu insanlar çoğunluk. Bunun Türkiye, Fransa, Almanya ya da Malezya karşılığı da vardır ve onlar da çoğunluklar. Siz eğer siyaseti sadece azınlıklara yönelik yaparsanız ve sonunda temel kuralı “Çoğunluk olan kazanır” yazan bir yarışa girerseniz kaybedersiniz. Ki öyle bir durum ki bu, bir kişi size göre ya da nesnel verilere göre azınlık olabilir ama kendisini azınlıkta hissetmeyebilir ve azınlık politikanıza da yanıt vermeyebilir. Azınlığı gözeten, çoğunlukla olan ilişkisini de sadece “vicdan” üzerinden kuran siyasi girişimler kaybetmekteler. Trump’ın ABD’nin çoğunluğuna kendisini bu kadar rahat anlatması ve seçildikten sonra çeşitli sosyal, politik ve etnik azınlıkların bu duruma tepki göstermelerinin altında da bu yatıyor. Burada önemli olan azınlığı gözeten ama çoğunlukla vicdan dışında bir bağ da kurabilen, onları da gözeten politikalar ortaya koyabilmekte. Clinton bunu da yapamadı.

Sonuç olarak, bir şaka gerçek oldu ve ABD’nin başına Trump geçti. Enis Batur’un New York’u anlatan kitabının başlığı ile söylersek: “Amerika büyük bir şaka, sevgili Frank, ama ona ne kadar gülebiliriz?” Belki de gelecekle ilgili çıkartılacak dersler vardır bu şakanın içerisinde.

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/Urbarli

You may also like

Comments

Comments are closed.