Köşe Yazıları

Ya kimyamız tutmazsa: Bedenimizde biriken toksik maddeler

0

Damarlarımızda artık o eski bildiğimiz kan dolaşmıyor. Biyoloji derslerinde öğrendiğimiz alyuvar, akyuvar, kan pulcuğu (trombosit) vs. dışında, vücudumuzda aslında olmaması gereken yüzün üzerinde kimyasal kanımıza karışmış akıyor. Bir kimya toplumunda 17yaşıyoruz. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce senede bir milyon ton kimyasal madde üretiliyordu. Günümüzde bu miktar yaklaşık 500 kat (% 500 değil, % 50.000) artmış durumda. En baştan bir şerh düşmek lâzım: Bunların hepsi illâ ki zararlı/toksik değil. Yahut “doğal” olan ne varsa tümüyle faydalıdır diye bir durum da yok. (Malûm, bazı bitkilerin zehri insanı öldürebiliyor). Ancak yine de ekonominin işleyiş mantığından mütevellit çok önemli sorunlarla karşı karşıyayız. Üstelik bunların çözümü hiç de kolay değil. Bu yazıda bunlardan bahsedeceğim.

Kanımızda biriken en önemli kalemlerden biri ziraî ilaçlar. Bir domatesin üstünde on iki, kırmızı biberde ise otuza yakın ayrı zehir var. Tarlalarda tek bir haşere olmadığı ve haşere dediğimiz canlılar ilaçlara karşı sürekli bağışıklık geliştirdikleri için, ziraî ilaçlar birçok farklı zehrin karışımı olarak satılıyor. Kötü haber: Bunların hepsi yıkayınca gitmiyor. (Zaten yıkadığımız suda da başka türlü kimyasallar var, o bahsi geçiyorum). İlginç olan bir nokta şu: Avrupa’da 1970’lerde yasaklanmış bir böcek ilacı olan DDT türevleri, hâlâ insanların kanında (özellikle daha ileri yaştaki insanlarda) az olmayan miktarlarda bulunuyor. Vücutta kolay çözülmeyen, birikerek artan bir ürün bu. Yediğimiz 18hayvanlardan, misal balıklardan insan vücuduna geçebiliyor. Buna külliyatta atıkların biyolojik birikimi (bio-accumulation) deniyor. DDT, on yıllar boyunca güvenli sanılarak kullanılmış. 1950’lerde “Yeşil Devrim” olarak bilinen konvansiyonel tarımın gelişmesinde önemli bir rol oynamış. Yandaki görselde, o yıllarda DDT’nin mucizevî olduğu düşünülen özellikleri tanıtılıyor. İneğinize bitkinize, yavrunuza size iyi gelir mealinde bilgilendirici bir reklâm. Zamanında Türkiye’de sıtmaya-sivrisineğe karşı kullanılmış. Hattâ okullarda bit ilacı olarak dahi iş görmüş. Öğrenciler topluca bahçeye çıkarılıp kafalarına DDT sıkılmış. Epey bir zaman sonra haşere olmayan canlılara ve hattâ insanlara zarar verdiği bulununca Avrupa’da yasaklanmış. Vücut östrojen hormonuyla DDT bileşenlerini ayırt edemiyor. Ziraî ilaç, vücutta hormon muamelesi görüyor. Kanser, gelişim bozukluğu, düşük riski, sperm sayısında azalma gibi sonuçlar doğuruyor. Yakın zamanlarda Alzheimer ile de bağlantısı olduğu bulundu.

Ancak DDT yasağı dünyada ancak aşamalı olarak devreye girebildi. Bu şu demek: Elde kalan ürünler üçüncü dünya ülkelerinde uzun bir süre daha kullanılmaya devam etti. Türkiye’de yasak 80’lerin ilk yarısında devreye girdi, ama o da güya. Çünkü Sakarya Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre yakın zamana kadar DDT kullanımının sürdüğünü biliyoruz.

Ekonomik Sistemin Akıl Yoksunu Bir Boyutu

Burada ekonomik sistemin akıl yoksunu bir boyutuna tanık oluyoruz. Şu an var olan yeni bir kimyasal, eğer ilaç statüsünde değilse, mesela teflon tavada, plastikte ya da kıyafetlerde kullanıldıysa doğrudan piyasaya sürülebiliyor. Görünürdeki maksat girişimciye ayak bağı olmamak, yeniliği desteklemek. Denetim, ardından geliyor, bazen yıllar sonra… Bu konu hakkında hasbelkader çalışan bir grup bilim insanı, eğer bir maddenin toksik özelliklerini kanıtlarlarsa ve de bunun önemli olduğuna idarî kurumları ikna ederlerse, ancak o zaman önlem alınıyor. Süreç çok uzun, çok meşakkatli. Örneğin 2015 yılının başında Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), tavuk etinde kanser yapan arsenik bulunduğunu sonunda kabul etti. Sonunda diyorum, çünkü yaklaşık on yıldır bu durum biliniyor, raporlanıyordu. (Tavukların yiyeceğine arsenik katmanın maksadı tavukların daha az yiyerek daha çok büyümesini, etlerinin daha “doğal” bir renge kavuşmasını sağlamak.) FDA tavuklar için arsenikli gıda takviyesi üreten Pfizer’a üretimi durdurmasını “tavsiye etti”. Ancak buna benzer bir sorun yaşandığında onlarca muadil ürün ufak değişikliklerle patentlenip yeni bir ürün gibi hemen piyasaya sürülebiliyor. Pfizer şirketi de üretime bir süre daha devam edip yeni bir muadil ürünle döneceğini şimdiden duyurmuş. Bu arada verilen tavsiye diğer ülkeler için geçerli değil, Pfizer başka yerlerde ürününü (Roxarsone) üretmeye ve satmaya devam edecek. (FDA’nın konuyla ilgili açıklaması)

Bir diğer arıza, yapılan denetimlerdeki temel bir varsayımla ilgili. Bu varsayım 1493-1541 yılları arasında yaşamış, toksikolojinin kurucusu sayılan Paracelsus’un, ilk anda kulağa doğru gelen meşhur lafına dayanıyor. Mealen şöyle: Her şeyin içinde eser miktarda zehir vardır, her şey zehir olabilir. Fakat ancak belirli bir doz aşıldığında ölümcül tehlike ortaya çıkar. Biz buna bildiğimiz dilde, azı karar çoğu zarar, diyelim. Kulağa doğru geliyor, evet, ama her zaman doğru değil. Bunun üç sebebi var.

Kokteyl Etkisi

A) Bu kimyasalların hepsi tek tek zarar verdiği düşünülen eşiklerin altında dahi gözükseler, bunların toplu etkileri hakkındaki çalışmalar henüz yok denecek kadar az. Yani ziraî ilaçların, kurşun-civa gibi ağır metallerin ve diğer yüz kimyasalın birbirleriyle nasıl etkileşime geçtiğini çok da bilmiyoruz. Hepsi az olabilir, ama toplu etkileri büyük olabilir. Buna kokteyl etkisi deniyor. Mevcut denetim süreçleriyse hepsine ayrı ayrı bakıp ona göre karar veriyor.”2008″

B) Bazı maddeler besin zincirinde birikebiliyor. Örneğin yediğimiz büyük balıklar zengin bir civa deposu hâline gelmiş durumda. Sadece besin zincirinde de değil. Şu an okyanuslarda bulunan ve gözle görülmeyecek kadar küçülmüş (ama çözülmemiş) olan plastik parçaları da her türlü kimyasalı emen bir sünger işlevi görüyor ve bu parçacıklar yine en çok deniz canlılarında birikiyor.

C) Miktarın az olması, bazen daha tehlikeli olabiliyor. Amerika’da kurbağalar hakkında yapılan bir araştırmaya göre, göldeki hayvanlar çok miktarda “atrazine” isimli ziraî ilaca maruz kaldıklarında bağışıklık sistemleri devreye giriyor, sorun kısmen bertaraf edilebiliyor. Az miktardaki zehir ise hayvanın radarına hiç girmiyor, lakin ciddi biyolojik değişikliklere sebep oluyor. Kurbağalar hermafrodit oluyor; yani hem kadın hem erkek cinsel organı geliştiriyor. Bu yüzden de üremeleri sekteye uğruyor, sayıları ciddi miktarda azalıyor:

(İlk on beş dakika)

Özetlemek gerekirse denetim süreçleri her zaman doğru varsayımlara, doğru parametrelere dayanmıyor. Özellikle gelişimin ilk zamanlarında, henüz canlılar birkaç hücreden ibaretken milyarda birlik oranlar dahi (bir milyar parçanın içinde bir adet toksik madde olması) önemli etkiler doğurabiliyor. Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler/gözlemler bunu gösteriyor (Underkastelsen belgeseli, 2010).Peki şu an kanımızda başka hangi kimyasallar var? En ilginçlerinden biri BFR, eşyanın yanmasını engelliyor. BFR’li ve BFR’siz bir lambanın nasıl yandığına bakın:

https://youtu.be/yT7cpSwDpZo

BFR’nin birkaç milyar dolarlık dev bir piyasası var. Hemen her üründe kullanılıyor, örneğin yastıklarda, yataklarda, kıyafetlerde, elektronik eşyada… Bir diğeri plastik yumuşatıcısı ftalat (phthalates). Oyuncaklarda, silgilerde, neredeyse her plastik üründe kullanılmış. Kanserojen olduğu kanıtlanmış, 90’ların sonunda (yıllarca kullanıldıktan sonra) yasaklanmış. Ancak mesela Türkiye’deki uluslararası bir kırtasiye şirketi Türkiye’deki deposunda ftalatlı çıkan silgileri önce daha gevşek yasaları olan bir ülkeye paslamayı, bunu başaramayınca eşantiyon olarak bakkallara dağıtmayı deneyebiliyor. Yasak, öyle bir yasak.

Bu yazıda bütün bu kimyasalların dökümünü çıkarmak mümkün değil. Bunların ne gibi sorunlara yol açabileceğini de henüz pek bilmiyoruz işin aslı. Ancak ilk akla gelen sorun elbette ki kanser. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre kanser insanları en çok öldüren ikinci hastalık ve giderek yayılıyor. Kanser vakalarının önümüzdeki 20 yılda %70 oranında artması bekleniyor.

Bu da Türkiye’deki rakamlar

Şu ana kadarki bulgular, kanser dışında alerji, hipertiroid, dikkat/davranış bozuklukları ve erkeklerdeki kısırlık vakalarıyla hayatımızı kuşatan bu kimyasallar arasında istatistikî anlamda önemli sayılacak ilişkiler olduğuna işaret ediyor. Sanıyorum pek çoğumuz zaten mesela alerji vakalarındaki artışı çevremizde gözlemliyoruz.

Colborn, “Kimyasallar, insana iklim değişikliğinden daha zararlı”

Tekrar ediyorum: İnsanların ürettiği her kimyasal madde toksik olmak zorunda değil. Dahası, bahsettiğim kimyasallar yukardaki hastalıkların tek sebebi de olmayabilir. Ancak yine de bu konudaki ticarî önceliklerin hastalıklara ve ekolojik problemlere yol açtığını söyleyebiliriz. Hattâ Florida Üniversitesi’nden Theo Colborn gibi bu konuyu yıllardır araştırmakta olan akademisyenler, kimyasalların insana iklim değişikliğinden daha kısa zamanda ve daha çok zarar verebileceğini iddia ediyor:

https://youtu.be/ApBhXHyXuZk

(Ayrıca hormonlar ve kimyasal atıklarla ilgili olarak Colborn’un şu TED konuşması da ilgi çekici:

En korunmasız durumda olanlar, Bebekler!

En sona (en azından kendi adıma) en kötüsünü sakladım: Bebekler! Memelilerin bedenlerinin pek çok zararlı maddenin yavrularına geçmesini engelleyecek harika bir donanımı var. Ancak bedenlerimiz yeni türeyen bu kimyasallara henüz intibak edebilmiş değil. Bu yeni maddelerin bir kısmı yağ hücrelerinde depolanıyor, anne sütüne karışıyor, vücutta hormon muamelesi görüyor. Dahası, bazı kimyasallar daha anne karnındayken plasentayı aşarak bebeğe geçebiliyor. Dolayısıyla çeşitli kimyasallar daha fetüs hâlindeyken canlıların (ve insanın) vücudunda birikmeye başlıyor. Çok çocuk doğurmuş kadınların kanında daha az kimyasal çıkıyor. Bunun sebebi, vücutlarındaki birikimi bebeklerine geçiriyor olmaları. Burada çok ciddi bir arıza ile karşı karşıyayız.

Buna mukabil ortalama insan ömrünün en uzun olduğu çağdayız. Belki bunların gereksiz endişeler olduğu düşünülebilir. Fakat tarihte, insanın rahatından kaynaklanan ataletin yol açtığı pek çok felaket örneği bulmak mümkün. Birçok parıltılı medeniyet kendi kendini tüketerek yıkılmış. Ancak derdimiz gelecek değil yalnızca bugünle ve kendimizle sınırlı bile olsa, BBC’nin haber olarak verdiği bir rapor, insanın rahatını kaçıracak cinsten. Rapora göre 2020 gibi yakın bir tarihte her iki Britanyalı’dan birinin, hayatının bir döneminde kansere yakalanacağı düşünülüyor. Kanser gerçekten çok zorlu, çok pahalı, insanın ve çevresindekilerin hayatını çok zorlaştıran bir hastalık. Tekerrür edebiliyor. “Uzun” hayatlarımız nasıl geçecek diye insan düşünmeden edemiyor.

19

Peki ne yapılabilir? Böyle yazıların sonuç kısmında en azından somut çözümlere kafa yormayı anlamlı buluyorum. Ancak bu defa somut bir önerim galiba yok. Şehirden kaçmak, doğaya dönmek vs. gibi (aslen şehirli) kişisel öneriler pek anlamlı gelmiyor bana. Kimyasallar okyanuslardan kırsal bölgelere, daha doğrusu yediklerimizden kıyafetlere, telefonlardan suya kadar her yerde. Şehirde kalıp daha bilinçli tüketici olmaya çalışmak da yine aynı sebeplerle duvara çarpıyor. Sürekli bilinçli olmaya çalışma hâli hem çok yorucu (ki bu yüzden ters tepebiliyor) hem de bu durumda çok da mümkün değil. Piyasanın işleyişinin yavaşlaması, sadeleşmesi ve parça parça edilmesi gibi daha uzak vadeli hedefleri öne çıkarmak, hemen bugüne taşımak lâzım. Daha çok eşya üretmeye odaklı bir ekonomik modelden, daha az sayıda ama daha dayanıklı eşyalar üreten bir modele geçmek neden mümkün olmasın? Şu video ilham verici (ne yazık ki Türkçe altyazılısı sanırım henüz yok):

Ama itiraf etmem gerekir ki kafamda yazının başından beri dönüp duran bir soruya yanıt üretemiyorum, asıl o canımı sıkıyor. Çocuklarımızı çok seviyoruz ya güya… Onlara oyuncaklar alıyoruz, iyi besliyoruz, en iyi ürünlerle çevrelerini kuşatıyoruz ya… Nasıl sevmektir bu?

Yazarın diğer yazıları için: http://ozanoyunbozan.blogspot.com.tr/

Akademik yazılar için: https://bilgi.academia.edu/SezaiOzanZeybek

16.Ozan-Zeybek

 

Sezai Ozan Zeybek

İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim üyesi 

You may also like

Comments

Comments are closed.