Dış Köşe

Yüzüncü yılda soykırımla yüzleşme ve tarihçinin görevi meselesi – Bülent Bilmez

0

1915’te yaşanan Medz Yeğern’in üzerinden tam yüz yıl geçti. Türkiye’de sessizlik, inkâr ve çarpıtma yöntemlerini seçmiş savunmacı tarihçiliğin hâkim olduğu bir yüz yıl…

32 tarih_vakfi_logo

Ermenicede daha çok “Büyük Suç” anlamında soykırım için kullanılsa da genellikle “Büyük Felaket” şeklinde çevrilen Medz Yeğern kavramı kullanılınca Türkiye’de daha çok “tahammül edilebilecek” bir isimlendirmeyle dile getirilmiş olan, ama çoğu zaman eskiden olduğu gibi “tehcir” ve hatta “mukatale” isimlendirmesiyle inkâr edilegelen bu “insanlığa karşı işlenmiş suç”un özellikle hukuken soykırım olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı gibi dar bir çerçevede, devleti koruma göreviyle gerçekleştirilen bu uğraşılar ve kullanılan savunmacı dil, entelektüel ve akademik dünyamızın üzerine kara bir bulut gibi çökerken, konuyu bağımsız aydın hassasiyeti, meslek ahlakı ve evrensel ilkeler çerçevesinde ele almak uzun süre olanaksız kılınmıştır.

Neyse ki kendini devletin memuru, avukatı, diplomatı veya temsilcisi olarak gören bu tarihçilik anlayışının yanı sıra, bilimsel akademik ahlak ve evrensel ilkelerden vazgeçmeyen bağımsız aydınlar da hep olmuştur bu ülkede… Bedeller ödenerek gerçekleştirilen çalışmalar sayesinde bugün gelinen noktada bu konuda önemli bir mesafe katedilmiş olsa da, soykırım tartışmalarının ve bu konudaki araştırmaların akademyada ve genelde entelektüel kültürel dünyamızda rahatça gerçekleştirilen şeyler olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Bazen linç kampanyaları, bazen dolaylı devlet müdahaleleri, bazen de açık ve dolaysız baskı sonucu bu faaliyetlerin kriminalize edilmesi ve engellenmesi hâlâ mümkün olabilmektedir.

Oysa gerçek toplumsal barış ve demokrasi için bu ülkenin öncelikli ihtiyacı, (özellikle akademyada) bilimsel araştırma-tartışma ve genelde düşünce özgürlüğüdür. Ancak tartışmayı savaş olarak gören ve bu yüzden farklı düşünceleri/tezleri siyasi, iktisadi ve sosyal silahlarla bastırmaya çalışan anlayış yerine, ortaya atılan her tezi belli bir seviyenin altına düşmeden tartışan, akademik araştırma-inceleme sayesinde bu tartışmaların kalitesini yükseletecek olgusal bilgi birikimini her gün artıran bir anlayış gereklidir.

Diğer yandan, bu özgürlüğü kısıtlama veya uygulatmama yönünde hiçbir çabanın hâkim sessizlik veya inkar rejimine karşı mücadeleyi tam olarak durduramayacağı da anlaşılmış olmalıdır artık…

Kendisini 1915 sonrası süreçte Ermenisizleştirilmiş olan Anadolu toprakları üzerinde kurulmuş ulus-devletin gerçek sahibi olarak gören, “çoğunluk” konumundaki Müslüman halkların ve aydınlarının içinde yaşadıkları bu sessizlik ve inkâr denizinde yaşamak, ne o halkların mutluluğuna yaramıştır ne de yaşanan soykırımı veya sorumlulularını unutturmuştur. Üstelik Cumhuriyet tarihinde devlet veya “çoğunluk” tarafından azınlıklara ve genelde mazlumlara yaşatılan haksızlıklar, mağduriyetler ve katliamlar da bu tarihin bir parçası olarak görülmüştür her zaman.

Özellikle son birkaç onyılda, tarihin yeniden gözden geçirilmesi yönünde ürkek çabalardan, geçmişle gerçekten yüzleşmeye ve adalet arayışına kadar farklı arayışlar, Türkiye’de tarihçilik ve genelde entelektüel ve kültürel faaliyetler için ümit kaynağıdır. En önemlisi, ülkede gerçek barış ve demokrasi için kaçınılmaz bir adım olarak tarihle yüzleşme ve hesaplaşma, birincil gereklilik olarak her gün daha çok öne çıkmaktadır.

Elbette bütünlüklü bir yaklaşımla ele alınması icap eden ve son yüzyılın tüm tartışmalı meseleleri için geçerli olan bu gereklilik, en fazla Ermeni soykırımı için geçerlidir. Bu yüzleşme/hesaplaşma sürecinde dünyada ve Türkiye’de örnek alınacak çok sayıda aydın bulunduğu gibi, bizzat bu suçun işlendiği sırada birçok Müslümanın bu topraklarda sergilediği vicdanlı tavır da önemli bir dayanak oluşturmaktadır. Bugün bu “ortak suç”la gerçek anlamda “yüzleşme”, hiçbir şey olmamış gibi akıtılmış kanın ve el konulmuş zenginliğin üzerinde oturan ve koca bir medeniyeti yok etmenin günahıyla yaşayan bu halkların rehabilitasyonu, vicdanların temizlenmesi ve gerçek barış ve demokrasi için zorunludur. Ancak 1915 ve sonrası süreçte insanlığa karşı işlenmiş bir suç söz konusu olduğundan, yüzleşme/hesaplaşma, asıl adalet için gereklidir. Bu adalet sonrasında ulaşılabilecek uzlaşı (reconciliation) ve barış sayesinde Türkiye’de gerçekten eşit ve kardeşçe bir yaşam ve Ermenistan’la gerçekten dostça ilişki mümkün olacağından, 1915 araştırmaları ve tartışmaları, bu adaleti amaç edindiği oranda anlamlıdır.

Diğer yandan, 1915’te yaşananların soykırım olup olmadığı kararının siyasiler tarafından tarihçilere bırakılması, hele bu amaçla iki ülkeyi “temsil edecek” tarihçilerden oluşacak bir komisyondan medet umulması, samimi bir yüzleşme ve hesaplaşmadan kaçmanın başka bir yoludur. Tarihçiler çok iyi bilir ki onların işi, tek ve mutlak anlatıyı (doğruyu) bulmak değildir. Üstelik o ana kadar edinilen bulgulardan yola çıkılarak, tarihçi tarafından belli bir anda doğru olduğu savunulan bir anlatının (tezin) doğru olduğu konusunda, herkesi her koşulda ikna edecek araçların mevcut olmadığı da çok iyi bilinir. Belgeler ve retorik sayesinde herkesin kabul edeceği, tek/mutlak doğru olarak kabul edilecek bir tarih anlatısını arzulayan naif tarihçiler de, baskıcı rejimlerde herkesin kabulünü devlet zoruyla almış olan resmi tarihçiler de bugün çok iyi bilirler ki bu “başarı”, tamamen siyasi ve kültürel bir meseledir! Tarihçinin görevi, tarihi bir sorunu çözecek nihai veya gerçek anlatıyı bulmak olamaz. Bu bağlamda soykırım konusunda çözümü (en doğru anlatıyı) bulmakla görevlendirlemezler. Soykırım gibi bir konuda sorumluluk tarihçiliğe veya tarihçiler komisyonuna yüklenemez.

Tarihçilerin görevi, yaşanmış bu süreci tüm detaylarıyla ortaya çıkarma çabalarına katkı sunmak ve farklı bakış açılarıyla analiz etmektir. Uzun zaman sessizlik ve/ya inkâr cenderesine sıkışan Türkiye tarihçiliği, bir süre de yaşananın soykırım olmadığını kanıtlama yönünde misyoner tarihçilik faaliyetleriyle sınırlı kalmıştır. Telif ve çeviri eserlerle son birkaç onyıl içinde bu paradigmada önemli gedikler açan öncü akademisyenler, aydınlar, aktvistler ve sivil kurum-kuruluşlardan sonra, değişik dillerde özgün kaynaklar kullanarak bu süreci mikro ve makro düzeyde eleştirel gözle detaylı çalışmaya başlayan Türkiyeli genç bir akademisyen kuşak, ülke tarihçiliği için en büyük umuttur.

Ancak bireylerin ve toplumların tarihi gerçekleri görmeleri için, en ikna edici belgelerden ve en sağlam tarihyazımından önce, kafa ve gönül açıklığı gereklidir. İyi tarihçiyi, iyi entelektüeli ve hatta iyi yurttaşı belirleyen özelliklerden biri de zihinsel ve duygusal körlüğün söz konusu olup olmadığıdır. Bu konuda en önemli görev ise tarihçilerden önce siyasilere, medyaya, kanaat önderlerine ve sivil toplum aktivistlerine düşmektedir: Soykırımın konuşulabilmesi ve farklı anlatıların rahatça tartışılabilmesi için uygun ortamın (düşünce özgürlüğünün) sağlanması görevi zaten siyasilerin bilinen görevidir ki bu görevin yerine getirildiğini söylemek mümkün olmadığı gibi, kafası ve yüreği açık bir toplum için gerekli olan samimi, barışçıl, insani, adil ve eleştirel zihniyetin yerleşmesi konusunda siyasilerin kendi üstlerine düşen görevi yerine getirdiklerini söylemek de maalesef mümkün değildir. Aynı olumsuz tablo (istisnalar dışında) maalesef medya, akademya ve kanaat önderleri için de geçerlidir. Bugün bu demokratik kültürün yerleşmesinde ve bu bağlamda Türkiye’de geçmişle yüzleşme konusunda söz konusu olacak küçük de olsa her kazanımda en büyük pay, sivil toplum aktivistlerine ve ne yazık ki bir avuç akademisyen ve aydına düşmüştür. Ancak eleştirel anlayış, vicdanlı birey ve geçmişle yüzleşme ve hesaplaşma konusunda, tarihçiler başta olmak üzere akademisyenlere ve genelde kültür dünyasının tüm aktörlerine bugün her zamankinden daha fazla sorumluluk düşmektedir.

Sessizlikle veya sessizleştirmeyle de inkâr veya çarpıtmayla da soykırım kavramı etrafında hukuki söz cambazlıklarıyla da koca bir insanlık suçunun örtülemeyeceği görülmelidir artık. Yüzüncü yılında hükümet başta olmak üzere tüm siyasilerin omuzlarına yüklenen bu sorumluluktan, ne Çanakkale’nin yüzüncü yılı gibi önemli bir olayın vicdansızca araçsallaştırılmasıyla, ne Çanakkale anmalarının tarihleriyle oynamak gibi kurnazlıklarla, ne de bugüne kadarki resmi veya gayri resmi baskılar ve linç kampanyalarıyla kurtulmak mümkündür.

Geçmişle yüzleşmek isteyenleri ve/ya toplumu geçmişle yüzleşmeye davet edenleri hedef alan herhangi bir adım, gerçeğin peşinde olan veya vicdanlarının sesini dinleyen Hrant Dink gibi insanlardan “kurtulmak” veya toplumu bu anlatılardan uzak tutmak için etkili olabilir; ancak böyle insanların bu ülkede asla eksik olmayacakları ve hatta sayılarının her gün artacağı da belli olmuştur artık.

Kendini “çoğunluk”un parçası olarak görenler de dahil olmak üzere, tüm Türkiyelilerin daha mutlu ve huzur içinde yaşaması için geçmişle yüzleşme/hesaplaşma, adalet ve uzlaşı önemli koşullardır. Gerçekten eşit yurttaşlar olarak yaşamak için zorunlu olan toplumsal barış ve demokrasi, ancak bu koşullar yerine getirildiği zaman inşa edilebilecektir.

 Bu yazı tarihvakfi.org.tr/ den alınmıştır

33.Bülent Bilmez

 

Bülent Bilmez

Tarih Vakfı Başkanı

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.