Köşe Yazıları

Seçim: Osmanlıca öğretmek ya da Türkçe’nin ömrünü uzatmak

0

1-5WQJRCdznpeMuW4ohTB6vgAtatürk Orman Çiftliği arazisi üzerine yapılan ve çiftliğin doğasını yok eden Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın içiyle ve maliyetiyle ilgili tartışmalar yükseldikçe Türkiye’nin gündemi bir başka hızlı değişir oldu. Cumhurbaşkanı tarafından Amerika’nın keşfinden, kadın erkek eşitliğine kadar hemen hemen her konuda, boş bulunan her dakika fikir beyan edildi ve böylece zihinler bastırılmaya çalışıldı. Kaç liraya mal edildiği açıklanamayan saray tartışması hep geri planda bırakılmak istendi.

Bu karartmanın bir devlet politikası haline geldiğini ise 19. Milli Eğitim Şurası sırasında gördük. Gündem değiştirme görevi Şura’da yer alan bir sendikaya verilmiş gibiydi. Sendika da görevini gerektiği gibi yaptı ve o günden beri Şura’da alınan tavsiye kararlarını konuşuyoruz. Bu kararlardan biri de zorunlu Osmanlıca dersi. Aslında kararlar tavsiye kararı ve bir bağlayıcılığı yok ama Milli Eğitim Bakanlığı üzerinde herhangi bir yetkisi olmayan Cumhurbaşkanı da “İsteseniz de, istemeseniz de Osmanlıca öğretilecek ve öğrenilecek” dediğine göre; bu kadar yetkisiz ve bağlayıcılığı olmayan bir ortamdan bir dayatma çıkacağı kesin gibi. O yüzden bu konu üzerinde durmakta fayda var.

Öncelikle Osmanlıca ne? Osmanlıca ölmüş bir dil. Farklı bir alfabe ve farklı bir dil. O alfabede şu anda o dili kullanan yok. O dili başka bir alfabede kullanan yok. Tarihi bir figür. Tarihsel olarak yazılmış bazı metinleri bu dil ile okuyup yazmak mümkün ama şu anda bu dille üretilen herhangi bir metin yok. Gündelik hayatta bu dili kullanan yok. Hayatla bağı da yok. Dile eklenen en genç kelime 90 yıllık. Son 90 yılı yine başka dillerden çekmek zorunluluğu var bu dil kullanılacaksa. Bunun yanında hiçbir zaman toplumsallaşamamış bir dil. Osmanlı’nın son döneminde bile bu dille okuyup yazabilenlerin oranı %5’i geçmiyor. Zamanında bile pek “günyüzü görememiş” olan bir dili şimdi büyük bir tarihsel mirasın kapağını açıyormuş gibi ortaya koymak çok net bir şekilde tarihin akışına ters bir toplum mühendisliği. Meselenin gündem değiştirmek için olduğu aslında en başından belli. Şimdiye kadar “Bu dersin öğretmeni kim olacak?” sorusu bile sorulamadı. Var mı böyle bir kadro? Yok! Zorunlu olarak Osmanlıca öğreten ve bunu tarihsel metinlerde kullanan üniversite bölümleri mevcut. Peki onlar başarıyla Osmanlıca öğretebiliyorlar mı? Meçhul.

Osmanlıca tartışmasının ortasına, nedense, Osmanlı mezar taşları oturdu. Mezar taşlarını okumak, mezar taşlarının mühür olması gibi örnekler geliştirildi. İyi güzel de Osmanlı’dan kalan mezar taşlarına gösterilen bu hassasiyeti biz neden Osmanlı mezarlarına ya da Osmanlı’dan kalan başka eserlere yönelik bir imar çalışması sırasında göremiyoruz? Osmanlı’dan kalan bostanlar yıkılıp ev yapılabiliyor, gerektiğinde mezarlıklar dümdüz edilip üzerine AVM’ler dikilebiliyor, çöplük hale gelebiliyor. Hatta ve hatta Osmanlı Arşivi en olmaması gereken yere, rutubetin ortasına taşınabiliyor ve orada çürümeye terkedilebiliyor. İşte iki gün önce çıkan bir haber: “Osmanlı Arşivleri binası otel oldu, yeni bina dere yatağına yapıldı.” Hani nerde ecdad sevgisi? Hani nerde Osmanlıca sevgisi? Ecdadına ait binayı otel yap, Osmanlıca metinler de yeni yerlerinde nemden silinsin. Hem de bu konuda yapılan onlarca uyarıya rağmen. Tüm bunları yapanlar da ortada ecdadımız, Osmanlımız, Osmanlıcamız diye dolaşıp dursunlar!

Peki ne yapmalı. Diller yaşayan yapılar. Fakat yaşam bizi dillerin ölümüne ve bir kaç dilin hakimiyetine doğru götürüyor. Toplumlar arasında duvarlar kalktıkça, kültürel farklar azaldıkça; o farkları oluşturmak ve korumak için ortaya çıkan diller de varlık amaçlarını yitiriyorlar. Bu noktada amaç ölü bir dil olan Osmanlıca’nın zorla öğretilmesine çalışmak ve kimi noktalarda gerekli olan bir dilden nefret ettirmek yerine Türkçe’nin en azından bir kaç asır daha konuşulabilir bir dil haline getirilmesini sağlamak olmalı. Daha ülkesi içinde yaşayan ve hakkını arayan dillerin anadili haklarını verememiş bir ülkenin, kendi resmi dilini bir kaç asır daha çağdaş şekilde yaşatmaya çalışmak yerine gücünü dilsel bir ruh çağırmaya harcamasının bir anlamı yok. Zamanı geldiğinde Türkçe de tarihsel bir dil olacak, yaşamın gerekliliklerine yanıt veremeyecek fakat bu zamanın olabildiğince geç gelmesine çalışmak bir hükümetin politikası olmalı. Yoksa zaten dil herhangi bir kuralı ya da yönlendirmeyi ciddiye almadan gündelik hayatta kendi yolunu buluyor.

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/Urbarli

You may also like

Comments

Comments are closed.