Hafta SonuKitapManşet

[Yazar yazara “açık sözlü” bir muhabbet] Hepinize sunulan cehennemdir aslında

0

İlk kitabı ĞĞĞĞ TUUUHHH! ya da daha telaffuz edilebilir ismiyle En Uzun Gece’nin ardından M. Uçan, Hepinize Sunulan Cehennemdir Aslında ile yer altı öykülerine ve içinde biriktirdiği cerahati tükürmeye devam ediyor. Sert, ağzı bozuk, şirazesi kayık, yırtık dondan çıkar gibi utanmaz öyküler anlatıyor. Kitapta altı öykü var ama önceki kitapla birlikte hepsini aynı kahramanın başından geçen maceralar olarak okuyabiliriz. Size gelişmiş metropollerde geçen olağanüstü hayatlar anlatmıyor, küçük şehirlerde kasabada geçen ipsiz hergele takımından adam/ın/ların tutunamamada ısrar hikâyelerini anlatıyor. Kahramanların parayla pulla, mevkiiyle, düzenle ilgisi yok; şarap, kadın olsun, biraz da edebiyat olursa yetiyor, olmazsa onu da sallamıyorlar. Bukowskivari yeraltı edebiyatının herkes Beyoğlu’nun anason kokulu arka sokaklarında yeşermesini beklerken, o Erçiş’te çamurun tezeğin arasında boy veriyor. Zaten size de cehennemden ötesini vaat etmiyor.

 

“Kuran’ın sayfalarına yeniden döndüm. Umut yoktu ve hâlâ karıştırmak istiyordum. Bütün günahların affedildiği bir ayet arıyordum belki de. Tanrı’dan kurtuluş yoktu ama sizi temin ederim ki insanlardan daha merhametliydi.”

Mehmet Uçan-1

Fırat Pürselim: Birbiriyle bağlantılı sorularla başlamak istiyorum. Van’da hatta ilçesi Erciş’te yaşıyorsun. Sırf yaşadığın yer sebebiyle iyi yazar, kötü yazar, ağzı bozuk yazar vs. gibi tanımlamalardan önce illaki Vanlı yazar olarak anılıyorsun, bu durum seni rahatsız ediyor mu?

M.Uçan: Öncelikle şunu belirteyim ki bu bir kuraldır. Kimse gidip nasıl anılmak istediğini sormaz kimseye. Bir şey çıkar ve ölümüzle birlikte son bulmaz da işin kötüsü… Eğer biri kuralı bozup nasıl anılmak istediğimi sorsaydı Vanlı yazar olarak anılmaktan çok Ercişli bir yazar olarak anılmayı tercih ederdim. Çünkü bedelini çok ödedim Erciş’in. Özellikle de askerde… Bilirsiniz ülkemizde ilinin kıçından ayrılmamasına rağmen konuşmalarında ilini s.klemeyen ilçelerimiz var Of, Beykoz, Karşıyaka, Erciş gibi. Bu ilçelerde yaşayanlara nereli olduklarını sorduğunuzda direkt ilçenin adını verirler. Nedenini açıkçası ben de bilmiyorum. Ağız alışkanlığı filan değil, sanki doğarken bir şekilde bilinçaltımıza kodlanmış!

Asıl sorunuza gelince bu konuyla ilgili yakın tarihte bir yazı okumuştum. Hatırı sayılır öykü ödüllerinden birini alan yazar, yazılı basında isminin yaşadığı şehirle -bir doğu şehriydi- anılmasına epey gıcık olmuştu. Gerekçesi yaşadığı şehrin ikinci lig gibi görülmesine dairdi. Sanırım temelinde neden anılmak istediğim gibi anılmıyorum cinsinden bir şeyler vardı. Belki de haklıdır, bilmiyorum… Bana gelince takıntılı biri değilim ve birlikte anılmak istediğim hiçbir sıfat yok. Vanlı olarak anılmaktan ne gurur ne de bir rahatsızlık duyuyorum. Ayrıca bunun herhangi bir art niyet taşımadığı kanaatindeyim. İlle de bir günah keçisi bulunacaksa bunun sorumlusu en başta benim. Bir doktor, psikolog, zoolog, pezevenk ya da başka bir belirli mesleğim olsaydı belki ismimin önüne bunlardan birini alabilirdim. Ama o da yok, çünkü hiçbir şey değilim. Bugüne dek onlarca işle uğraştım ve hiçbirinde tutunamadım. Birazcık kozmetikte ısrar ediyorum gibi ama onun da eli kulağında… Bu yüzden kimseyi istesem de suçlayamam, belki de adıma verilebilecek en doğru karar ve en önemlisi hepsi bir avuç çer-çöp…

 

– Türkçe edebiyatta münferit isimleri saymazsak, bir yeraltı edebiyatından söz etmek pek mümkün değil. Edebiyat kamuoyu yeraltı edebiyatının İstanbul’un hatta Beyoğlu’nun sidik kokulu arka sokaklarında başlamasını beklerken, sayende Erciş’in çamurlu sokaklarında boy veriyor. İlk kitabının kapağında ‘Yeraltı Öyküleri’ yazarken bunda sadece ‘Öykü’ yazıyor ama aynı nitelikte öykülerden oluşuyor. Kendini nasıl konumlandırırsın, yerin üstünde misin, altında mısın?

– Keşke edebiyat dergilerimiz bir sayılarını bu münferit isimlere ayırsa. Bomba gibi sayı olur herhalde… Hemen hemen hepsi sıkı yazarlardır ve karanlıkta ay ışığı gibidirler. Metin Kaçan’a selam olsun! Bizi sevmedi… Evet, ülkemizde yeraltı edebiyatından söz etmek pek mümkün değil ama ayak sesleri kendini iyiden iyiye duyurmaya başladı. Önümüzdeki beş-on yılda bunların en azından bir kısmının açığa çıkacağına inanıyorum. Beklemek lazım…

Beyoğlu’nun arka sokaklarına gelince özellikle şunu belirteyim ki orada rastladığınız sidik kokusu ya da peçete, bira kutularına Erciş’in arka sokaklarında da rastlayabilirsiniz. Beyoğlu’ndaki türkü barlar, düşmüş kadınlar, kullanılmış prezervatifler burada da var. Bunun elbette Beyoğlu merkezli olduğunu söylemiyorum. Kadıköy’ün, Kordon’un, Ofis’in, Girne’nin, Kızılay’ın arka sokaklarında da bu böyledir. Demek istediğim şehirler değişse bile arka sokaklar hiç değişmiyor. Arka sokak, arka sokaktır. Belki küçük bir fark o da nüfus yoğunluğu bakımından Beyoğlu’nda daha fazla kadın, daha fazla alkol, daha fazla gözyaşı, daha fazla kullanılmış prezervatif, daha fazla bok kokusu… O kadar.

Kitap kapaklarımın/kapaklarının alt başlıklarındaki türleri/ni önemsiz buluyorum. Kesinlikle ana tür olan öyküyle uğraşıyorum ve bir öyküye başladığımda filan alt başlıkta olsun diye başlamıyorum. Sadece içimden geldiği gibi yazıyorum. İlk kitabım kişisel didişimimle ilgiliydi, biliyorsunuz ve bir şekilde kapağa ‘yeraltı’ diye kondu. Gerçi aralarında o kadar da derin uçurum yoktu bana kalırsa. Kimileri bu yeraltı değil dedi. Eyvallah dedim. Kimileri kararsız kaldı ben de hiç ısrar etmedim. Şimdi bunun kapağında ‘öykü’ geçmesine rağmen yanlış anlamadımsa ‘yeraltı’ olarak ve en önemlisi bir öncekiyle aynı nitelikte olduğunu kabul ediyorsunuz. Eyvallah. Biri çıkıp bu ‘belaltı’ derse yine eyvallah diyeceğim. Bunlar daha çok dışımda olan şeyler. İnsanlar nasıl adlandırmak istiyorlarsa öyle… İlle de kendimi bunlardan birine konumlamam gerekiyorsa cehennemin dibi diyorum. Ne de olsa hem yerin altında hem de üstünde fazlasıyla mevcut! Hakikaten öyle.

Mehmet Uçan-3

 – Öykülerinden anlıyoruz ki, kısa öyküleri sevmiyorsun, şiir yazan öykücülere gıcığın var, şiirden de haz ettiğin söylenemez, editörler için yazmadığın kalmadı… M. Uçan, senin bu edebiyat âlemiyle derdin nedir?

– Sırasıyla gidelim ve öncelikle yanlış anlaşıldığım bir konuyu düzelteyim istersen. Şiir yazan öykücülerden çok öykü yazan şairlere gıcığım var. Nedeni dönem dönem çoksatarlar türlere göre değiştiğinde onların da hemen değişivermesi… Adamlar hiçbir şeyi kaçırmak istemiyor anlayacağın. Türler arası kesin çizgiler bırakırlarsa eyvallah, yeteneğin şahı derim buna, örnekleri yok değil hani. Ama çoğu sadece melez metin olarak kalıyor. Eğer benimle aynı düşüncede değilseniz buna da eyvallah…

Diğer yandan ülkemizde son dönemde şiir bir çıkmazda dolanıp duruyor. Bunu ben söylemiyorum. Şairlerin masalarına kulak misafiri olduğumda kendilerinden de duydum. Yollarını açmaları gerekirken başka türlerin yolunu açmaya çalışmalarını anlaşılmaz buluyorum -ki bunun katkısından çoktur zararı. Yoksa hazzettiğim birçok sıkı şiir var.

Bir de kısa öyküler… Evet, o da şu sıralar düşük bel, dar paça pantolon gibi moda. Yine sorunum yok ama bazen canım sıkılınca düşünürüm -sadece sıkılınca diyorum- 2040’larda bugün yola çıkanlardan kaçı yoluna devam edecek diye. Kalitesiz bir pil gibi şarjlıyken idare ederler ama üç-beşten sonra herhangi bir nedenden dolayı aldıkları küçük darbeler enerjilerinin yarıya inmesine hatta tamamen kesilmesine neden olur. Kalırsak hep beraber göreceğiz. Tanrı’nın yazanlara fazla tahammülünün olmadığını biliyorsunuz.

Edebiyat âlemiyle de temelinde bir sıkıntım yok. Sadece özünde olumsuz biriyim. Anlamadığımız konular hakkında atıp tutmaya bayılıyoruz. Bakar mısınız etrafa? Herkes siyasetçi ama bizi yönetenler ortada. Herkes öfkeli ama Işid ilerliyor! Koridor mu, o da ne? İnanmıyorum! Benim bildiğim yazarlar özünde yaralı insanlardır, yarım adamlardır hatta kimilerinin kişilikleri zayıf ve oldukça hastalıklıdır. Başarabilirlerse kendi yaralarını saracaklar ilkin. Neyse, Fırat Ağabey başımı belaya sokma şimdi. Kıyısında bulunduğum bir konu hakkında biraz atıp tutmuşum çok mu? Aşk olsun, bütün bunların beni beslediğine inanırdım!

Mehmet Uçan-5

 

– Klasik öykünün derdi olur, giriş gelişme sonuç içinde onu anlatır, modern öykü eylemi değil durumu anlatır, post modern öykü bir şey anlatmaz kimse ne kadar anlamazsa o kadar anlaşılır olur. Senin yazdıkların bunların hiçbirine girmiyor, sen içinden geldiği gibi anlatıyorsun. Kitabından bir alıntıyla açarak sorayım.  “– Biri öyküleriniz hakkında, doğulu mu, batılı mı oldukları belirsiz öyküler, demiş. – Doğrudur, çünkü o at arabasıyla Porschelerin aynı yolu kullandığı bir şehirde yaşamıyor.” Öykülerini nerede konumluyorsun ya da konumlamak çok mu şart?

– Benim için şart değil aslında ama birileri için nedense şart. Sözgelimi batıda yaşayan biri öykülerimin birinde geçen ‘sağdıç’ kelimesine takmıştı. Bunun ancak Hristiyanlıkta olabileceğini söylemiş ve çok salladığımı eklemişti. Şaşırmıştım. Ermenilerin, Müslüman olduklarını bilmiyordum! Ya benim şimdiye dek beşin üstünde sağdıçlık yapmam, güme mi gitti? Doğuya adım atmadığı her halinden belli ama cesareti on numara.

Erciş’te yaşadığımı biliyorsunuz. Burada doğdum ve şimdi de buradayım. Ama zaman içinde on yılım başka şehirlerde geçti ve farklı işlerde çalıştım. Bu şehirlerden ve işlerden ciddi şekilde beslendim. Yaşadığım yere tekrar dönecek olursak bir kültürden oluşmuyor. Çoklu kültür mevcut… Kürt, Türk, Kırgız, Ermeni ve yer yer Azeri, Acem kırıntılarına da rastlamak mümkün. Dolayısıyla bunların etkileşiminden oluşan melez bir kültür de söz konusu. Bir de bunların yanı sıra yeraltı dünyası var -ki Amerika’da yakalanan uyuşturucunun bile mutlaka Van’ı gördüğüne inanırım. Bütün bunlarla bağlantılı olarak sosyal yaşam da çok farklı. Birçok yerde batı ve doğu yaşantısı kol kola. Bütün bunların sonucunda doğuda yazmama rağmen doğal olarak yukarıda sıraladığım nedenlerden dolayı istesem de öykülerim bir yere ait olamıyor. Alıntıladığınız kesit daha çok ince bir sitemdi. Gerçi fazla umursamadığımı söylemiştim yukarıda ama bunların beni beslediğini de söylemiştim.

Söylediğiniz gibi içimden geldiği gibi yazıyorum. Belirli birkaç kural dışında genellikle dizgin vurmuyorum akış içinde. Klasik, modern, post modern üçgeninde doğrusu öykülerimin hangi gruba dâhil olduğunu hiç düşünmemiştim. Sorunuzu okurken aklıma geldi birden. Bir arkadaşım öykülerim için bir bilinç tutulması cinsinden bir şeyler söylemişti. Mantıklı da gelmişti. Eğer yetersiz duruyorsa dördüncü bir tarzın adını siz koyun ve beni buna dâhil edin. Kabul etmezsem namerdim.

 

– “Hele kötü bir patronun varsa ve geç kalmışsan, şüphesiz, son günün demekti. Bu da günlerce işsiz ve beyaz badanalı dört duvarda s.kişen maymunları izlemek anlamına geliyordu. Eğer işsiz değilseniz bunu asla göremezdiniz.” Öykülerinin kahramanları genellikle işsiz güçsüz gezen, çalıştığı zaman da işsiz güçsüzlüğü arzulayan tipler. M. Uçan, bu kahramanlarıyla ne kadar özdeştir. Çalışmak mı özgürleştirir, çalışmamak mı?

– Çalışmak elbette özgürleştirir ama aynı derece çalışmamak da. Çok çalışmak köreltir aynı derecede çalışmamak da. Çok alkışlanmak intihara götürür aynı derecede reddedilmek de… Herhalde buradaki kilit nokta işin azlık-çokluk ve süreleriyle ilgilidir. Üç-beş gün çalışıp beş-on gün avarelik etmek gibisi yok inan ki. Atalarımızın kafası çalışıyor bazen. Her şeyin ortası demişler!

Bir de öykülerimin ne kadarı kendi hayatımın olduğunu soruyorsunuz. Yüzdeli rakam vereyim. Yazdıklarımın yüzde altmışı kendi hayatımdır -ki parmaklarımın değmediği, hissetmediğim şeyleri yazamıyorum. Yüzde otuzu bizzat aynı ortamda bulunduğum çevreden alıntıdır -ki aynı havayı solumadan yine yazamıyorum. Geriye kalan yüzde onu ise uydurmadır. Mesela hayatım boyunca hiç cep vajinası düzmedim. Tuhaf bir alete benziyordu ve çok soğuktu!

 

– İronik ve keyifli bir dilin var. Yazdıklarını okurken zaman zaman kendini tutamayıp kahkahayı koyuveriyorum. Genelde belaltı espri yapıyorsun ama detayları çok iyi yakalıyorsun. (İlk aklıma geleni spikerler için gülmeyi dahi beceremezler, canları isteyince kahkaha makinesine basarlar tespitin. Bir de kardan adamın var ki… hayli belaltı ama soruyu sorarken dahi gülüyorum. Neyse merak edenler bir zahmet kitabı okusunlar.) Yazarken içine cin mi kaçıyor, böyle keyifli ve komik detayları anlatıyorsun?

– O cin aslında hep içimde. Herkeste de var gerçi ama kimse onu açığa çıkarmak istemiyor. Yazmayı dert edinmiş, ciddi çalışan arkadaşlarım/ız var. Bunlar bir öykünün veya romanın taslağını oluşturduktan sonra metni ellerine alır ve bir okur bunu neden okusun diye sorarlar. Sonra aldıkları cevaba göre metni işlemeye koyulurlar. Kötü bir şey olduğunu söylemiyorum bunun. Bir parça okura saygıdır da.  Hele bir şeyler verebiliyorlarsa karşıdakine -ben pek rastlamadım- gerçekten çok iyi. Kimseyle yarışmıyor/du/m ama onlardan da geri kalmadım. İlkin taslaklarımı elime alıp o malum soruyu soruyordum kendime ama cevap gelmiyordu. Yine soruyordum yine gelmiyordu. Baktım ki okura hiçbir şey veremeyeceğim dedim ki en azında bir parça kendilerini iyi hissetsinler. Bu böyle başladı ve sonra da bir öyküde kullandığım gibi “İçinde bir parça şans bulunmayan hayatı, içinde bir parça mizah bulunmayan öyküyü s.keyim,” diyecek kadar abarttım işi. Hani sen de kitabın için “Bu kitabı okurken aklınıza size hikâyesini anlatmış biri gelirse ve onu düşünüp yalnız olmadığınızı hissederseniz, kanadım size değmiş bir parça tozum canınıza karışmış demektir,” demiştin ya onun gibi işte. Benim bunu hatırlamam ve senin de soruyu sorarken kendini tutamaman başarıya ulaştığımızın göstergesi midir ne!

 Mehmet Uçan-2

– Sormazsam olmayacak soruyu sonlara sakladım. Cinsellik edebiyatımızda maşayla tutuluyor, yazarlar bölünerek üreyen canlılarmış gibi cinselliğe uzak duruyorlar, yazarlarsa da mum ışığı, şarap, Louis Armstrong müziği eşliğinde yapılan bir ayinmiş gibi yazıyorlar. Sen ise bunun adını koyarak çatır çatır yazıyorsun. Nasıl tepkiler alıyorsun ve bu konuyu biraz açmak ister misin?

– Louis Armstrong, evet, çok sempatik bir adam. Gökkuşağından filan söz edip duruyor. S.ktir et yazmayı gerçekten bunun sesi eşliğinde ben de bir kez denemeliyim. Hiç yapmadım çünkü. Oluşturduğun dekor harika…

Ne yazık ki öyle. Yukarıda genel olarak bahsettiğimiz münferit yazarları saymazsak edebiyat halen edep çevresinde. Yazarlarımız herhangi bir amip cinsinden olmadıklarına göre herhalde ebeveynleri akşam yastıklarının altına bir avuç şeker koymuş ve sabahında aniden oluvermişler. Kimilerinin kendini hâlâ karınca gibi hissetmesinin bununla güçlü bağlantısı var sanırım! Sorunuzu ben de sormuştum kendime ama s.ktiğimin cini cevap vermemişti yine. Olmadı bir kez de beraber soralım. Belki işe yarar bu.

Edebiyatımızda seks ve kimi sözler gereğinden fazla abartılıyor. Duruma göre tavan ya da dip. Doğal olan kimi şeyleri adıyla söylediğimizde neden elimizi açılan ağzımızı kapatmak için kullanıyoruz bunu da bilmiyorum. Neticesinde insani olan bir şey ve insani olan her şeyin yazıya konu olmasından yanayım. Bir şeylere makas atmak bir şeyleri gizlemez. Olsa olsa derin boşluklar açar ancak. Kapalı görünen bir toplumda yaşamama rağmen açıklıkla söyleyeyim ki yedi veya sekiz yaşımda mastürbasyon yapmaya başladım. Sonucunda belki hiçbir şey olmuyordu ama eylem yirmi yaşımdakiyle aynıydı. Yine ilkokuldayken küfür edildiğinde kızların yüzünün kızardığı şimdiki gibi aklımda… Demek ki bir şeyler biliyorlardı. Şimdi oturmuş bu teknoloji çağında neyi kimden saklıyoruz ki?

Tavan ve dip dedik orada kaldık. Tavan hiçbir zaman olması gerektiği gibi dibin karşıtı olmadı. Dibe paralel daha derin bir bocalama olarak kaldı ancak. Kitabın birinden hayal-meyal bir kesit anımsıyorum. Erkek karakterin biri ilişki sırasında durmadan kadına ne yaptığını soruyordu. Kadın içime giriyorsun filan diyordu ama adam yakasını bırakmıyor, ille de ne yaptığını ismiyle söylemesini istiyordu. İnanır mısın iş üç sayfa sürdü ama adam kadına söyletemedi. Adam kadından umudu kesip seni s.kiyorum değil mi dediğinde beşinci sayfanın ortalarındaydı. Kadın evet dediğindeyse neredeyse altıncı sayfa bitiyordu. Asıl konunun bu ve kesitin başka arka planı olmadığına göre uzatmaya ne gerek var. Tek celsede s.kersin biter. Çünkü kimilerinin bundan sonrasına ihtiyacı var! Birçok yazarın, karakteri birkaç yüz sayfa dolaştırdıktan sonra bir punduna getirip ağır bir vebalden kurtulmak ister gibi gerdeğe sokması ve perdeleri indirip romanı bitirmesinin modası da ne yazık ki geçmedi hâlâ. Belki de Armstrong müziği gereğinden fazla işlemiş beyinlerine. What a wonderful world! Hay .mınıza koyayım! Şimdi ben nerden bileceğim içerde kimin kimi s.ktiğini? Hayal gücüm geniş olmadığı için inanın ben güç-bela kurduğum birkaç sahneyi birbirinden farklı onlarca romana eklemekten bıktım. Neyse konu çok uzun. Kısacası güney yamaçtan karlı dağa çıkarılıyorsam mutlaka kuzey yamaçtan inmek isterim!

Öykülerimi okuyanlardan tahmin edeceğiniz gibi değişik bir o kadar da benzer tepkiler aldım/alıyorum ve yine elimden geldiğince cevaplar yetiştirmeye çalışıyorum. Çünkü yazdıklarımın arkasındayım. Mesela sapık diyenlere fazla takılmıyorum, çünkü özümde iyi biriyim. Ağzı bozuk diyenlere her şeyi onlardan öğrendiğimi söylüyorum. Porno dergilerinde yazmam gerektiğini salık verenlere teknolojinin yararlarından ve parlak kâğıt maliyetlerinden filan söz ediyorum. Çok erkek egemen yazdığı söyleyenlere -ki bunu söyleyenlerin hepsi kadındı- eşcinsel veya ibne olmadan kendilerini benim yerime koymalarını istiyorum. Yazdıklarımı çirkin, ahlaksız bulanlara kozmetik işiyle uğraştığımı ve gerekirse Yasin Suresi’ni ağızdan okuyabileceğimi söylüyorum! Üç-beş kadının yan yana gelip hemen saldırıya geçmesiniyse sineye çekiyorum, çünkü yalnız kaldıklarında gerçekten çok iyiler. Bir de yazdıklarımdan daha fazlasını isteyen kaçıklar var ki bunlarla ne yapacağımı ben de bilmiyorum.

 

– Son olarak, kitabın yeni çıktı ama neler yapıyorsun ya da bundan sonraki projelerin neler? Bir de ne okuyorsun, okurlara son dönemde okuduklarından neler önerebilirsin?

– Pek proje çizmem kendime çünkü ucu açık bir hayat ve hiçbir şey belli değil. İllaki bir kırıntıdan bahsedeceksek bölümlere ayırmam gerekiyor o zaman. Yakın vadede Melida Tüzünoğlu’nun yeni kitabının yanı sıra birkaç çuval patates almam gerekiyor. Geçen kış yine böyle geç kalmıştım ve fiyatları tavan yapmıştı. İşin doğrusu göz göre göre bir daha s.kilmek istemiyorum! Orta vadede TCMB başkanı Erdem Başçı’yı bu ayın sonundan itibaren takibe alacağım. 2013’ün sonuna doğru USD’nın 1900’lere gerileyeceğini öngörüyordu oysa 2014’ün başlarında USD 2300’lere yakındı. Çoğumuz bir kez daha s.kilmiştik. 2015’in ilk yarısındaysa FED başkanı Yellen’ın tahvil alımlarını noktaladıktan sonra ilk altı ay içinde faizleri kademeli yükseltmeye başlayacaklarının sinyalini vermişti hatırlarsanız. Yakın takipte olacağım. AMB başkanı Draghi’dense bir şey çıkmaz. Bernanke’yi örnek almaya, lafla işi pişirmeye çalışıyor ama başarısız. Bernanke gerçekten bir p.çti ve elinde olmayan kartlarla gözdağı verme gibi bir yeteneği vardı. Dolayısıyla EUR paritesinden uzak duracağım. Bunların dışında bir de ONS var tabii. Fiziki alımların bunu pek yukarı yönlü sıçratacağını zannetmiyorum 2015’te. Çin diye bir ülkenin yeni yılda kafamı karıştırmasına asla izin vermeyeceğim ama bu konuda Hindistan’ın altın alımı için yaptırımlarının çok ağır olduğu önemli. Olası bir savaş ya da Avrupa ülkeleriyle Amerika’ya, Arabistan’a düzenlenebilecek terör saldırıları işe yarar ama ben insanların ölümünden para kazanmak istemiyorum. Savaşın her türlüsüne karşıyım… Uzun vadedeyse şiir ve roman kesinlikle yazmayacağım. Niyetim bir-iki kitaptan sonra üçüncü tekil şahıs öyküleriyle yoluma devam etmek.

Şu sıralarsa dönüp dolaşıp Etgar Keret okuyorum. Çağın damarını yakalayan mükemmel bir yazar olduğunu düşünüyorum onun. Adamın hayatı tiye alma gibi bir derdi var. Abartılacak hiçbir şey yok çünkü. Bir de elimden geldiğince yeni çıkanları takip etmeye çalışıyorum -ki öykünün iyi yolda olduğunu söyleyebilirim. İsim vererek üç-beş satır sıralamayayım ama önümüzdeki beş-on yılda dosyasını henüz oluşturmaya başlamış veya birkaç kitap çıkarmış öykücülerden çok değişik biçemlerde müthiş öyküler okuyacağımıza inanıyorum.

Son dönemde okuduklarımdan birkaç tane ayıklayıp sunmak yerine ben iyi veya kötü olmak üzere bütün kitapları öneriyorum. Neticesinde ikisi de insanı kamçılar -ki iyi kitapla kötü kitap arasındaki tek benzerlik budur. Nokta.

 

– Mehmet, röportaj için çok teşekkür ederim. Noktayı gene sana bırakıyorum.

– “Çalışmaktan bir deri bir kemik kalmıştım. Aniden bozulan sinirlerim hariç tam elli dört kilo. Gerisini doymak bilmez patronlar yemişlerdi –ki buna gelecek günlerim de dahildi… Herkesin yetmişli yaşlarını otuzunda hazırlamalarına bakarsak benim iki ay sonra ne yapacağımı veya nerede olacağımı planlayamamam başka nasıl açıklanabilir ki? Bir haftalık yiyeceğim ve birkaç şişe şarabım varsa iyi gündü.” 

 

Mehmet Fırat Pürselim

mehmet-fırat-pürselim

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.