Köşe Yazıları

Sürdürülebilir Kalkınma: Bir süründürme reçetesi

0

“Bugünün gereksinmelerini, gelecek kuşakların da kendi gereksinmelerini karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılamak.”

O zamanki Norveç Başbakanı Gro Harlem Brundtland başkanlığını yaptığı için Brundtland Komisyonu olarak da bilinen ve 1983 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kurulan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu 1987 yılında Ortak Geleceğimiz adlı raporunu yayımlamıştı. İnsanoğlunun neden olduğu çevresel yıkımları önlemek üzere raporun sunduğu reçete bir üst paragraftaki cümleydi.

Türkiye Çevre Vakfı tarafından Türkçeleştirilen rapor bir anda başucu kaynağımız olmuştu, önceleri öğrenci sonraları da hoca olarak girdiğimiz derslerde. Aslını sorarsanız, sürdürülebilirlik denilen şey ormancılıkta neredeyse iki yüz yıldır bilinen ve uygulanan süreklilik ilkesinden başka bir şey değildi. Lakin moda kavram herkes gibi bizi de kapsama alanına almıştı. Ormancılıktaki ilke sürekli odun hasılatı elde etmek amacıyla ortaya çıkmış, sonraları ormanın bir ekosistem olarak sürekliliğine evrilmişti doğal olarak ve uzun yıllar içerisinde. Oysa burada kalkınmanın sürekliliğiydi odakta olan ve gereksinme yahut ihtiyaç dediğimiz, bilinen en göreceli kavramı temeline oturtmuştu. Eğer o ihtiyaç, ekonomi biliminin tanımında kullanılan ve sınırsız olduğu varsayılan ihtiyaçsa –ki öyleymiş, zamanla anladık, sürdürülebilir kalkınma daha baştan karaya oturmuş ya da kızaktan hiç inememiş bir gemiydi, farkına varamadık. Biz de o gemiye binip, peşi peşine türetilen sürdürülebilir tarım, sürdürülebilir turizm, sürdürülebilir ormancılık gibi kavramlarla başlayan süslü makaleler, bildiriler, kitaplar yazdık, dersler verdik.

Aradan neredeyse 30 yıl geçti. Ve dönüp baktığımızda geriye, sürdürülebilir kalkınma denilen şeyin aslında bir süründürme reçetesi olduğunu yeni yeni anlayabiliyoruz. Sürdürülebilir kalkınma anlayışının neyi çözdüğünü ya da ne işe yaradığını bilen varsa anlatır elbet. Ben size neden işe yaramadığını anlatayım, kısa kısa.

2010 yılı rakamlarıyla, dünya toplam nüfusunun %16’sını barındıran yüksek gelir grubu ülkeleri küresel gelirin %55’ine sahipken, dünya toplam nüfusunun %72’sini barındıran düşük gelir grubu ülkelerinin sahip olduğu gelir küresel gelirin %1’inden biraz daha yüksek[1]. 1990-2007 döneminde en yoksul %40’lık kesim küresel gelirden aldığı payı %1’den daha az artırabilmiş[2].

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) 2013 yılının eylül ayında 5. Değerlendirme Raporunu yayımlayarak küresel iklim değişikliği ile ilgili durumun vahametini, bugüne kadarki en ağır şekliyle ortaya koymuş durumda. Rapordan alıntılar[3]:

  • İklim sistemindeki ısınma tartışmasızdır.
  • İklim sisteminde 1950’den beri eşi benzeri görülmemiş değişmeler yaşanmaktadır.
  • Atmosfer ve okyanuslar ısınmış ve ısınmaktadır.
  • Kar ve buz miktarı azalmakta deniz seviyesi yükselmektedir.
  • Atmosferdeki sera gazı birikimleri artmaktadır.
  • 1983-2012 arası 30 yıllık dönem son 1400 yıldaki en sıcak periyottur.

IPCC tarafından yapılan bir başka çalışmaya göre 2000 yılı itibariyle atmosfere salınan CO2 miktarı 23,5 Gt/yıl’dır. Daha korkunç olanı ise 2040 yılında bu miktarın 44 Gt/yıl ve 2050 yılında ise 84 Gt/yıl’a ulaşacağına ilişkin senaryolar bulunmaktadır[4].

Yetmediyse devam edelim; Gelişmekte olan ülkeler küresel iklim değişikliğinin etkilerinin onda dokuzuna katlanmakta. Açmak gerekirse, havayla ilişkili felaketler nedeniyle ölenlerin %99’u, ciddi şekilde etkilenenlerin ise %98’i gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. Toplam ekonomik kaybın %90’ı da yine gelişmekte olan ülkelerde görülmekte. Oysa en az gelişmiş 50 ülke küresel karbon salımının %1’inden bile sorumlu değil[5].

Yapılan tahminlere göre 2050 yılında gıda üretimini bugünküne göre %50 oranında artırmış olmak gerekecek. Buna karşılık, iklim değişikliği, arazi bozulması, tarım alanlarının azalması, su yetersizliği gibi nedenlerin bileşik etkileri sonucunda toplam gıda üretiminin talebin %25 gerisinde kalması bekleniyor[6]. Bu ise halihazırda insanlığın en büyük sorunlarından biri olan açlığın ve buna bağlı ölümlerin yaygınlaşması demek. Elbette dünyanın gelişmemiş bölgelerinde. Bu arada su yetersizliği ya da kuraklık demişken, bırakalım dünyanın geri kalmış bölgelerini, AB sınırlarında bile (çoğunlukla Akdeniz kuşağı ülkelerinde) dört farklı yılda yaşanan şiddetli kuraklık olayları sonucu birlik coğrafyasının %37’sinde toplam nüfusun %20’si (yaklaşık 100 milyon kişi) bu olaylardan önemli ölçüde etkilenmiş durumda. Birliğe üye beş güney ülkesinde 1976 yılından bu yana 8 ile 21 arasında değişen kuraklık olayı saptandı[7].

Hal böyleyken, hala sürdürülebilir kalkınmayı yahut onun ekseninden türetilen diğer fiyakalı sektör bazlı yaklaşımları genelde doğal çevre ve özelde insanoğlunun geleceği için çare olarak sunmak ne anlam taşır, okurun değerlendirmesine sunmak gerek. Sürdürülebilir kalkınma çağı çoktan bitmiş durumda. Birilerinin çıkıp malumun ilanını yerine getirmesi gerekiyor, hepsi bu. Peki, “sizin reçeteniz ne?” diye soran olursa, onu da başka bir yazının konusu yapmak daha yararlı olacak kanımca.

[1] UN, 2013. Inequality Matters: Report on the World Social Situation 2013. New York.

[2] Ortiz, I., Cummins, M. 2011. Global Inequality: Beyond the Bottom Billion. A Rapid Review of Income Distribution in 141 Countries. UNICEF Social and Economic Policy Working Paper. New York.

[3] IPCC, 2013. Fifth Assessment Report: Climate Change 2013 (Approved Summary for Policymakers). Geneva.

[4] IPCC, 2005. Carbon Dioxide Capture and Storage. Cambridge University Press, New York.

[5] Global Humanitarian Forum, 2009. Human Impact Report Climate Change: The Anatomy of a Silent Crises. Geneva.

[6] UNEP, 2009. The Environmental Food Crises: The Environment’s Role in Averting Future Food Crises.

[7] European Parliament, 2008. Water Scarcity and Droughts. IP/A/ENVI/ST/2007-17

Cihan Erdönmez

 

Doç. Dr. Cihan Erdönmez

You may also like

Comments

Comments are closed.