Dış Köşe

1915’te ne oldu bize? – Sibel Yerdeniz

0

Milgram, kendi adını taşıyan deneyi ile bizim ‘insan doğası ve kötülük’ ile ilgili standart varsayımlarımıza ‘şiddetli bir darbe’ indirmişti. Deneyinden çıkan sonuç şuydu:

“Sadece kendi işlerine güçlerine bakan, içlerinde özel bir düşmanlık taşımayan sıradan insanlar, korkunç, yıkıcı süreçlerde ‘sıradışı’ eylemcilere dönüşebilir. Çok az sayıda insan otoriteye karşı çıkmak için gereken kaynaklara sahiptir.” *

Milgram böylece, Hannah Arendt’in ‘kötülüğün sıradanlığı’ olarak adlandırdığı tezini de doğrulamış oluyordu.

Kendisi de bir Yahudi olan felsefeci Hannah Arendt, Nazi bürokratı Adolf Eichmann’ın yargılandığı Kudüs’teki mahkemeyi The New Yorker adına izlemiş, sonrasında yayımladığı gözlem raporu kıyameti koparmış, en yakın arkadaşları bile bu ‘küstah ve utanmaz’ kadını ‘hainlik’ ile itham etmişti.

İddia makamının Eichmann’ı ‘sadist bir canavar’ gibi göstermeye çalışmasının temel bir hata olduğa inanan Arendt, raporunda şöyle diyordu:

“Eichmann, fazlasıyla normal, ortalama, sıradan bir devlet memuru. Dünyanın en sıradışı cinayetlerinden sorumlu olan bu adam, tüm bunları, olabilecek en sıradan güdülerle; iyi bir vatandaş olma isteği, terfi etme gayreti, görev duygusu ve nezih toplum inancıyla işlemişti. Eichmann’da ‘kötülük’ bir ihlal, bir yasa-tanımazlık ya da bir kural dışılık değil, tersine daha en başında yasaya boyun eğmekti…”

Mahkemede “Yahudilerin öldürülmesiyle hiçbir ilgim yok. Hayatımda Yahudi olan ya da olmayan hiç kimseyi öldürmedim. Öldürme emri de vermedim,” diyen Eichmann izleyenleri hayrete düşürüyordu çünkü şeytani bir akıl yürütmeyle falan değil, inanılmaz bir sıradanlıkla konuşuyordu.

Milyonlarca insanı ölüme yollamıştı ama en ufak bir sorumluluk hissetmiyordu. Trenler harekete geçtiğinde onun sorumluluğu bitmişti. O sadece ‘öleceklerini’ biliyordu, hepsi bu.

En nihayetinde Eichmann, emirleri yerine getiren bir görev adamı, titiz bir bürokrattı sadece. Görevinin hakkını vermek onun için bir onurdu.

Bir diğeri, Nazi kuvvetlerinin komutanı Heinrich Himmler, “Yahudi karşıtı olmakla zararlı haşereyle mücadele etmek arasında bir fark yoktur. Bitlerden kurtulmak ideolojik bir mesele değil bir hijyen sorunudur,” diyebilmişti.

Tam da Arendt’in gözlemlediği şekliyle, Himmler’in her yere uzanan devasa örgütünün gücü fanatiklere, doğuştan katillere ya da sadistlere değil, işinde gücünde olan sıradan insanlara -aile babalarına- dayanıyordu.

Eylemlerini örgütleyen bürokratik yapı sayesinde vicdanlarını temiz tutan bu insanlar -çoğu kez Tanrı rızasını da yanlarına alarak- kendilerini sadece ailelerine karşı sorumlu hissediyorlardı.

“Emekli aylıkları, hayat sigortaları, eşleri ve çocuklarının güvencesi için kendi inançlarını, onurlarını ve haysiyetlerini feda etmeye hazırdılar. Bu adamların, bahisler yükseldiğinde ve ailelerinin varlığı tehlikeye girdiğinde gerçek anlamda her şeyi yapmaya hazır olduğunu keşfetmek için ihtiyaç duyulan tek şey Himmler’in o şeytanca dehasıydı.” **

Eichmann da o adamlardan biriydi ve Arendt’e göre tüm dünyaya; kötülüğün ürkütücü, akıl almaz, ifadesi güç ‘sıradanlığını’ göstermişti. Ve bu sıradanlık, ‘sıradışı koşullarda’ insanın doğasında var olan tüm kötücül güdülerin toplamından çok daha büyük bir felaket getirmekteydi.

Raporuna yöneltilen ‘ağır’ eleştirilere Hannah Arendt şöyle yanıt vermişti:

“Ben “Eichmann’ın yaptığı şeyi hoşgörüyor ya da savunuyor değilim. Sadece ‘anlamaya’ çalışıyorum. Adamın şaşırtıcı sıradanlığını, adanmışlığını, yaptıklarını. Anlamaya çalışmak ‘affetmek’ değildir. Konuya parmak basmaya cüret edebilen herkesin sorumluluğudur.

Sokrates ve Plato’dan bu yana biz buna ‘düşünme’ diyoruz…”

Hayatımızda bir ‘an’ gelir ki ‘sorumluluğu’ üstlenmekten kaçamayız. Olan-biteni anlamak ve anladığımız şeyin sonuçları ile yüzleşmek durumunda kalırız. Eğer hâlâ düşünebilme ve ‘muhakeme etme’ kaynaklarımızı tüketmediysek elbette…

Çünkü böyle bir anda asıl mesele bazen “canileri normal insanlardan, suçluları masumlardan ayıran sınırların bütünüyle silikleştiği bir halkla, nasıl ilişki kuracağımız ve bu durumla ‘yüzleşme’ deneyimine nasıl dayanacağımız meselesidir…”

Hayko Bağdat, 2013’de bir söyleşide şöyle demişti:

“Yüzleşme kiminle olur? Şimdi 6-7 Eylül’le yüzleşmek gerekiyor. Almanya’da trenlere bindirilen Yahudilerin ölüme giderken, kasabalardan, tren yolunun geçtiği yerlerden, o trendekilerin anlatımları yüzleşme değildir. O trenlere Yahudilerin bindiğini görenlerin anlatımlarıdır yüzleşme. Sen o sırada ne yaptın? Bu çok önemli.

Yani şimdi 6-7 Eylül’le yüzleşmek için ailesinin evi yağmalanmış, üyeleri tecavüze uğramış, mezarlıklardan ölüleri çıkarılmış, kiliseleri yakılmış insanların hikayesi… çok trajiktir dinleriz, bunlardan sinema yaparız, edebiyat yaparız. Ama sen gördün o evin yağmalanmasını. O senin komşundu. Çocuğuna ne söyledin orada? Onun yaşıtı olan arkadaşının evi yağmalandıktan sonra, sabah çocuk o evi gördüğünde ne söyledin? Buna verilen her cevap bir hikayedir bizim için.

Yalan söylediyse, o yalan üzerine tekrar hatırlayın, devletin kurucu döneminin 1915’in üzerine konuştuğumuz şeyi hatırlayın. Bireye indirelim bunu. O eve yalan girmiş halde, o yalanı neden söyledi? Çocuğunun psikolojisini mi korudu? Rum düşmanlığı mı aşıladı? Ne yaptı? Bunu yapan anne-babanın hikayesidir yüzleşme…

Size ne oldu diye mağdura sormaktan vazgeçelim. “Asıl size ne oldu?” diye bunu yapanlara soralım. Bize olan bir şey yok, bizimki kötü hikaye zaten. Sana ne oldu o sırada? Senin psikolojin neydi? Senin davranışından sonra o evde o çocuk nasıl büyüdü? Onun anlatacağı hikayedir yüzleşme…” ***

Bugün, her birimiz kendimize sormak zorundayız “1915’te bize ne oldu?” Yaşımızın, bu tarihi tanıklığa yetmiyor olması bizi yüzleşmeden alıkoymamalı.

1915’de bu coğrafyada ‘insan’a ne olduğunu anlamak zorundayız.

‘Ermeni meselesi’ konusundaki en iyi niyetli tartışmalar bile meselenin özünü ıskalamakta, aynı zamanda felaketin büyüklüğünü açıkça kavrayamamakta zira.

“İnsanların, kitlesel cinayet makinesinin birer dişlisi olarak hareket etmesine yol açan gerçek güdülerin neler olduğunu anlamaya çalışırken, halkların tarihleri hakkındaki spekülasyonların ve ‘bir ülkenin ulusal karakteri’ denilen şeyin bize yardımı dokunmaz. Cinayeti organize eden kişi olmakla böbürlenebilen bir adamın karakterinden öğrenilecek çok daha fazla şey vardır.” **

Misal: “Emri kim verdi diye soruyorlar? Ben verdim!..”

Bunu söyleyebilen bir devlet adamının karekterinden yola çıkarak, 1915’den, 19 Ocak 2007’ye uzanan sistematik ‘Ermeni düşmanlığı’ tarihimize bakınca, toplumumuzun bu resmi günah keçilerinin, aslında ‘tehdit edici’ davranışlarda bulundukları -ya da bulunabilecekleri- için değil, her şeyden önce ‘içerideki düşman’ olarak kabul edildikleri için baskı gördüklerini kavrayabiliriz.

İnsanlık tarihinde çoğunluklar, ‘azınlıkları’ suçlamanın ve telef etmenin yolunu her zaman -bir vesileyle- bulmuştur. Azınlıkların kendilerini ‘kararlı’ bir çoğunluk karşısında savunabilmeleri takdir edersiniz ki hiç kolay değildir. Kaldı ki, bir azınlığın çevresine zarar verme olasılığı, çoğunluğun ona peşinen verdiği zararı haklı çıkarmaz…

Dünya tarihinde, insanın ‘ahlak’ anlayışında yamyamlığı reddetmesi nasıl aşama olarak görülüyorsa, günah keçisinin kurban edilmesine itiraz edebilmesi de -yolu toplumun ve kendisinin bu olaydaki sorumluluğunu fark etmekten geçen herkes için- ahlaki gelişimde önemli bir eşiktir.

“Sistematik kitlesel ‘cinayet’lerde aktif görev alsın ya da almasın herkes şu ya da bu şekilde bu devasa cinayet makinesinin birer dişlisi olmaya zorlanmaktadır -ki bu güçlünün haklı olduğunu vaaz eden bütün ırk teorilerinin ve diğer modern ideolojilerin asıl sonucudur- korkunç olan şey de budur.” **

1915 ‘Ermeni soykırımı’ ne zaman tartışılsa iyi niyetli insanları bile saran o aşırı dehşet ve ‘inkâr’ duygusunun sebebi nihayetinde sadece birkaç adamın değil, çok sayıda seçilmiş katilin de değil, tüm bir halkın, devasa bir cinayet makinasının hizmetine koşulabilmiş olduğu gerçeğidir.

1915’de olanlar yalnızca kötü, haksız ya da zalimce değil, gerçekleşmesine hiç bir koşulda izin verilmemesi gereken şeylerdi.

Türkiye halklarının tamamının, İttahat ve Terakki’nin bilinçli bir biçimde planladığı ve uygulamaya koyduğu ‘Ermeni soykırımı’ meselesinde suç ortaklığı vardır.

‘İnkâr’ etmek tarihi de, hakikatleri de değiştirmez.

O günden bu güne Türkiye’de halklar giderek birbirlerini daha iyi tanıdı. İnsandaki ‘kötülük’ potansiyeli hakkında daha çok şey öğrendiler. Günümüzde öğrenmeye de devam ediyorlar.

Oysa öğrenmemiz gereken en başta, ‘ötekine’ dünyayı dar etmeden, canına kastetmeden de hayatımızı ‘anlamlı’ kılabileceğimiz bir rol, bir yol bulmak…

“1915’de bize ne oldu?”

Kendimizi ‘iyi insanlar-kötü insanlar’ üzerine yapılan harcıalem yorumlara, yalnızca tarihsel bir önyargı, korku ve nefreten beslenen totaliter politikalara -ve eğitimin gücünü aşırı derecede önemseyen dar görüşlülüğe- kaptırmadan ‘düşünebildiğimizde’ yanıtınız ne?

Kendi adıma “Bize ne oldu?” sorusu, elbette yalnızca ‘1915’ tarihi ve bu yazı ile sınırlı kalmayacak. Her birini tekrar tekrar düşünmek, bıkıp usanmadan dillendirmek ve yazmak zorundayız.

Çünkü, insanların yaratmaya muktedir oldukları akla hayale sığmaz kötülüklere karşı her yerde ve her durumda korkmadan ve ödün vermeden mücadele edebilmek için düşünmek ve ‘anlamak’ zorundayız.

Çünkü, nedenlerini anlamadığımız ‘kötülük’ ile mücadele edemeyiz. Hiçbirimiz.

 

Sibel Yerdeniz – www.t24.com.tr

 

* “The Rebel Sell” Andrew Potter, Joseph Heath

 ** “Formasyon, Sürgün, Totalitarizm” Hannah Arendt

 *** “Geçmişle Yüzleşmek” Biletsiz Dergi 2013

 

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.