Röportaj

Durukan Dudu: “Politika yapana ‘işin gücün yama!’ demem, komün kurana da ‘tek başına kurdun da ne değişti’ dedirtmem.”

0
Durukan Dudu

Durukan Dudu

Geçen yıldan beri kentten köye göç eden ve Çanakkale’de bir köyde bulunan Ormanevi’nde yaşayan Yeşil Gazete ekoloji editörü Durukan Dudu ile söyleştik. Durukan’a, ekolojik yaşam ve köye dönüşle ilgili, daha da önemlisi nasıl olup da bunların bir gelecek hayali olmaktan çıkarılıp hemen bugün uygulanabilecek bir yaşam biçimi haline geldiği konusunda aklımıza takılan soruları sorduk.

paylaşmak için tklynz / click for to share


Durukan, köye dönmek de nereden çıktı? Daha doğrusu köyde yaşamaya karar vermek diyelim. Çünkü bildiğim kadarıyla sen şehirde doğup büyümüş bir insansın. Tam dönmek denebilir mi buna? Nedir bu işin aslı?

Ormanevi Kolektifi’ni oluşturan yarı-hikaye, yarı -ütopya “Tekmetin”i yazalı 7 sene olmuş. Zaman hızlı geçiyor! O zamanlar farkında olmasak (veya bugünkü kelime dağarcığımızla ifade etmesek de) başından beri ütopik bir mikro toplum itkisi vardı.

Ütopyalar iki dünyayı ele alır ve düzenler: İnsanın insanla ilişkisini, ve insanın parçası olduğu bütünle (yani doğayla) ilişkisini. Biz bu iki birbiriyle doğrudan bağlı boyuta da doygunluk, adalet, şenliklilik ve yani güzellik getirecek bir modelin peşindeyiz. Kendimizden biliyoruz, bu işi sürdürülebilir ve 6 ay içinde grup içi çatlaktan patlamayacak şekilde kurgulamak çok ince, çok-boyutlu bir serüven. Bizim hazırlığımız 7 yıl sürdü, bizden sonrakilerin işini kolaylaştıracak modeller oluşturalım bari, diyoruz.

Bu arada özel insanlar falan değiliz, onu da belirteyim. Sadece bireyler ve kolektif olarak 7 yıl boyunca oya gibi işledik hayatlarımızı ve adımlarımızı. Oya gibi işlemek derken abartmıyorum; paramız yoktu (hala da yok), güzel okulları bitirmiş, kendilerini parlak kariyerlerin beklediği insanlar olarak görülmenin de beslediği bir “kırsala dönmek geriye gitmek demek, aklınızı mı kaçırdınız?” muhabbeti hep vardı, sülalelerimizde “Ama bak o gitti, çok da mutlu oldu!” diye gösterebileceğimiz insanlar, modeller yoktu.

Kaybedecek çok şeyi olduğuna inanması için her şeyi olan insanlardık yani.

Dönüş kalıcı, evet. “Geleceğe Dönüş” diyoruz biz. Yeni dünyanın kurulma sürecinde çorbaya az da olsa öğütülmemiş tuz katmanın verdiği keyif bir yana, yaşamlarımızı işgal eden gerçek ve tam özgürlük, yan dikey kurumlardan özgürleşip yatay muhabbetlere ve doğanın ritmine tabi olmak falan… Kolay kolay vazgeçilecek gibi değil.

İnternet mesela, ki bence yataylığı açısından son derece şenlikli ve ekolojist bir araçtır,  “gönüllü sade olacağım” diye kendini zorlayarak hayattan çıkarılası bir şey değil (zaten gönüllü sadelik zorlamayla gelmez), üstelik grup dinamiklerinin zenginleşerek devamı için da çok faideli.

Peki köyde ürettiğini tüketen, doğayla uyumlu bir yaşam kurabildiniz mi? Senin gönüllü sadelik dediğin yaşam tarzıyla köy hayatı birbiriyle örtüşüyor mu? Malum bütün köylerdeki yaşam biçimi otomatikman bu kavramlara uyacak diye bir şey yok.

Üç Ekoloji‘nin son sayısındaki denememde yaptığım Gönüllü Sadelik tanımlamasına bakarsam… “Oldukça” derim. “İktisadi değerler dünyasının dışına çıkmak”, refah algısını değiştirmek, bedeninin ve doğanın ritmini tek patron bilmek… Bunlar nispeten kolay, mayası tamamsa ve bu “yol”daysa hızla dönüşüyor insan zaten. Kırsaldaki ritim de tüketmemeye, dönüştürmeye kendiliğinden itiyor seni zaten, terbiye ediyor.

Ormanevi

Kendine yeterlik kısmı ise yavaş yavaş oturan, zaman alan bir şey. Bu konuda net fikir ve hayallere sahip olmak gerekli, ama en baştan katı ve hatta takıntılı olmak zarar verebiliyor. Odağın her zaman “insanda” olması, grubun sürdürülebilir muhabbeti için şart, ki o da kırsalda bizim gibi kolektif yaşamların devamı için olmazsa olmaz. İnternet mesela, ki bence yataylığı açısından son derece şenlikli ve ekolojist bir araçtır,  “gönüllü sade olacağım” diye kendini zorlayarak hayattan çıkarılası bir şey değil (zaten gönüllü sadelik zorlamayla gelmez), üstelik grup dinamiklerinin zenginleşerek devamı için da çok faideli.

Yani gönüllü sadeliğin genelde gözardı edilen “güzel insanlarla…” kısmını kesinlikle atlamamak lazım. Bu açıdan bakıldığında gönüllü sadelik yolunda yürüyoruz ıslık çala çala, evet.

Öğlen, hele yaz mevsimiyse, 1-2 saat uykuyu aksatmıyoruz artık zaten. Öğleden sonra yine iş. Akşam yemek, çay, muhabbet, bazen beraber bi’ film izlemece, müzik yapıyoruz, bazen odalarımızda ayrı ayrı kitap. Ben mektuplar yazıyorum arada, hayatımdaki bazı insanlara…

Seninle skype üzerinden Yeşil Gazete toplantısı yaparken arkadan gelen horoz seslerinin bilgisayar efekti olduğunu düşünenlerimizin sayısı az değil. Gerçekten sabah kalk yumurtaları tavuğun altından al tarzı bir yaşamınız mı var? Yoksa hala internetten alışveriş yaptığınızı itiraf edecek misin? Köyde bir gününüz nasıl geçiyor?

Horoz

Yumurtaları almıyoruz, hayır. Gurka (kuluçkaya) yatsınlar diye biriktiriyoruz. 5-6 günde bir en eskileri topluyoruz bozulmasınlar sıcaktan diye.  Horoz da her daim ortalıkta bağrınıyor, tam bir erkek! İşi gücü gösteriş.

İnternetten alışveriş değil de, gün boyunca, 8tracks.com’dan falan, müziğimiz eksik olmaz misal. Hibrit bir yaşam yani bizimki.  Sabah kalkma saatimizi o günkü işler, mevsim ve keyfimiz belirliyor, bir de tabi akşam “Yarın sabah kaçta yapıyoruz sabah çemberini?” sorusuna verdiğimiz cevap. Genelde 7 ile 8 buçuk arası bir şey oluyor. Kahvaltı, çay falan. Ardından bir “sabah çemberi”. Çemberde o sırada Ormanevi‘nde yaşayan herkes bir araya geliyor, iş dağılımını yapıyoruz. Ardından biraz daha muhabbet. Ev işi, bahçe işi, avlu işi, tarla işi… Yakındaki kasabada yaşayan ve köy civarında tarım yapan dayım geliyor, işine yardıma çağırıyor. Bilgisayar başından yaptığımız işler için masa başı (Ben misal, Buğday Derneği’nin Tohum Takas Ağı Projesi‘ni yürütüyorum)… Öğlen, hele yaz mevsimiyse, 1-2 saat uykuyu aksatmıyoruz artık zaten. Öğleden sonra yine iş. Akşam yemek, çay, muhabbet, bazen beraber bi’ film izlemece, müzik yapıyoruz, bazen odalarımızda ayrı ayrı kitap. Ben mektuplar yazıyorum arada, hayatımdaki bazı insanlara…

Mevsimsel olarak çok değişiyor. Kışın daha fazla içerideydik mesela. Gerçi ben sıcağa gelemiyorum pek, soğuğu seviyorum, kışın ve baharda daha hareketli oluyorum.

Zaman algısı çok farklı. Milliyet gazetesinde bizle yaptıkları röportaja “Hayatları ezan sesine ayarlı” başlığını atmışlardı. Caminin dibindeyiz zaten, ezan saati ne zaman hava kararacak falan, çok güzel hatırlatıyor.

Haftasonu haftaiçi diye bir ayrım yok. Köyde haftanın herhangi bir anlama sahip tek günü, kasabanın pazarının kurulduğu çarşamba günü. Bir de cuma, namazı için.

Ormanevi'nde çalışma

Köy yaşamını 4 kelimeyle anlatmaya kalksam, “Hep tatil, hiç tatil” derim. Hep tatil çünkü çalışma ve dinlenme ve üretim ve tüketim ve muhabbet gibi ayrımlar, anlamsız ve verimsiz 8-17 standartizasyonları yok, bedenin ve doğa belirliyor ritmi. Hep bir rahatlık içindesin. Hiç tatil, çünkü hele yalnızsan, şehirdeki gibi “Bugün de yataktan hiç çıkmayayım” diyemezsin. Düğmeye bastın mı yanıp odayı ısıtan bir kombi, internetten iki tıkla sipariş edeceğin yemek yoktur. Yağmur bastı mı tıkanan tahiye borularını açmak için dizine kadar suda çalışman gerekir, odun taşımaya gecenin bir vakti çıkarsın, falan filan.

Zor ve keyifli, yani gerçek bir yaşam kırsaldaki hayat. Tam olması gerektiği gibi. Gerçek.

Kent yaşamının en çok nesini özlüyorsun diye sorsam mı?

Bu soruyu Milliyet’ten de sormuşlardı, 15 dakika düşünmüş ve cevap verememiştim. Bırak “en çok”u, herhangi bir şey bile bulamamıştım (ki, bu arada, şehirdeki hayatımı ziyadesiyle severim, şehirden kırsala “kaçanlardan” hiç değiliz biz).

Neyse, sonra ertesi gün buldum özlediğim bir şey: İstanbul trafiğinde her yere bisikletle gitmek, tıkalı akşam trafiğinde kulağında müzikle Levent’ten Beşiktaş’a inmek, yaldır yaldır. Özgür özgür.

Şu anda Ormanevi’ne gelmek isteyen de ya misafir, ya da OPMIWOHA’cı olarak gelebiliyor. Misafir zaten tanıdıklar, eş-dost, akraba falan. OPMIWOHAcı ise, tanımadığımız birisiyse, ilk seferinde en fazla 3 günlüğüne (haftasonluğuna) gelebiliyor. Bir sonraki sefer 2-3 haftaya, bir sonrakinde ise 2-3 ay ve hatta fazlasına, yani “Allah ne verdiyse”ye çıkıyor bu süre.

Başından beri Ormanevi’nden bahsediyoruz. Nedir Ormanevi? Nasıl oluyor köyde katılımcı bir konsept? Ben şimdi hafataya kalkıp gelsem mesela, ekmek elden su gölden mi?

Köy hayatı

Ormanevi’nin başından beri amaçlarından biri de, kırsalda ekolojik olarak onarıcı, ekonomik olarak sürdürülebilir, sosyal ve kültürel olarak da ziyadesiyle keyifli yaşam formları kurmak isteyenlerin önünü OPMIWOHA ismini verdiğimiz model çerçevesinde açmak. 7 aydır pilot olarak deniyoruz ve şu ana kadar sonuçlar baya’ iyi, biz de teoriden pratiğe geçişte modelin ince ayarlarını yapıyoruz. Önümüzdeki kışa girerken ikinci tur OPMIWOHAcılarla (ilk turu biz kendimiz olarak görüyoruz çünkü, Ormanevi Kolektif üyeleri yani) tam programa geçmek hedefindeyiz.

Detaya girmeyeyim ama sağlam bir niyet ve güzel bir karakterle, bir sırt çantası dışında hiç bir şeyi (para, bilgi, yetenek, “nereden başlarım?” sorusuna herhangi bir cevap, vb.) olmayan bireyleri belli bir sürenin sonunda kırsalda kendi döngülerini kurmak için gerekli tüm teorik ve pratik bilgi, deneyim, iletişim, arazi ve gerekli sermayeyle donatan, baya’ bütüncül bir model bu. Çeşitli vesilelerle girdiğimiz (misal Savory Enstitüsü ve küresel ağı) küresel ağlar ve girişimlerde de büyük ilgi toplayan, ciddi heyecan uyandıran, “Başlayıp bize de yayın” dedirten bir model bu.

Şu anda Ormanevi’ne gelmek isteyen de ya misafir, ya da OPMIWOHA’cı olarak gelebiliyor. Misafir zaten tanıdıklar, eş-dost, akraba falan. OPMIWOHAcı ise, tanımadığımız birisiyse, ilk seferinde en fazla 3 günlüğüne (haftasonluğuna) gelebiliyor. Bir sonraki sefer 2-3 haftaya, bir sonrakinde ise 2-3 ay ve hatta fazlasına, yani “Allah ne verdiyse”ye çıkıyor bu süre. Öncelik bizim iç dinamiklerimizi korumak, muhabbeti bozanı içeride barındırmamak. Ayrıca gelenin de “Bana göre değilmiş bu işler” demesi durumunda rahat rahat tüyebilmesini sağlamak.

Gelenlere, geldikleri andan gittikleri ana kadar (ve özel harcamaları dışında) para harcatmıyoruz kesinlikle, çok sıkı uyguladığımız bir ilke bu. Çerçeve olarak da “Günde 5-6 saatten az olmayacak şekilde burası için çalışacağız” diyoruz. Sayı ve sınır koymak hoş değil tabi ama ilk gelene fikir vermesi açısından, günde 5-6 saat çalıştıktan sonra içi rahat uzanabilmesi sağlaması noktasında çok önemli. Bu görev dağılımı sabah çemberlerinde belirlenen görevlerle oluyor, görevleri belirleyen de (en azından başlarda) kolektif üyeleri olarak biz oluyoruz; çünkü neyin acil, neyin mümkün olduğunu bilen biz oluyoruz mekanda her daim yaşayanlar olarak.

Durukan Dudu

Bize “Sizin için bir şeyler yapmaya geleceğim, ne yapabilirim?” diyene “Esas biz senin için ne yapabiliriz?” diyoruz. Bu algı önemli! Çünkü gelen her kişi, en azından 4-5 gün boyunca bizim için net külfet aslında; iş anlatman lazım, malzemelerin yerini öğrenmesi lazım, büyük bir yanlış yapmaması, seni köyün diline düşürmemesi için göz-kulak olman lazım, vs…

Üç günlüğüne gelip her şeyi çekip çevireceğini zanneden (veya o söylemde olan) kişilere o yüzden sıcak bakmıyoruz. “Abi ben elimden geleni yaparım ama esas görmeye, beraber öğrenmeye geliyorum” diyen samimiyete gülümsüyoruz.

Her aklına esenin gelmesi gibi bir durum yok tabi. Burası bir kolektif, yarı kapalı bir kolektif hem de. Önceden “şu tarihlerde gelmek istiyorum” denmesi lazım, biz de duruma, keyfimize, kişiye göre cevap veriyoruz.

Türkiye’deki ekoköy girişimleri de hep güdük kaldı, hızla dağıldı. Neden? Bir çok sebep var tabi, ama bütün başarısızlık hikayelerinin ortak noktası, girişimi kuran grubun kendi içinde büyük kavgalarla dağılması, ya da zamanla birbirinden bayması, (belki de gerçekte hiç olmamış) muhabbetini kaybetmesi oluyor.

Türkiye’nin ve dünyanın başka yerlerinde benzer deneyimler var mı? Köye dönüş gibi bir trend olduğundan söz edilebilir mi? Bu tür deneyimlerle nasıl temas sağlıyorsunuz? Güçleri birleştirmeyi düşünüyor musunuz?

Kırsala dönüş kesinlikle var. İngilizce “back to rural/land” deniyor genellikle; ama biz “Forward to Rural” diyoruz. Kırsala dönüşün gerilemek olduğu, medeniyetten uzaklaşmak olduğu önkabulu tarihi düz bir çizgi zannetmenin, “kalkınma”yı da doğrusal bir kader sanmanın sonucu – “Şehir ileridir, köy geri” gibi çok yanlış bir kanı var. Dünyanın dört bir yanında bizim gibiler, ki bunlara ABD ve Avustrulya’daki “Karbon Çiftçileri”nden Avrupa’daki ekokomünlere, Güney Amerika’daki kırsal kooperatif yaşam formlarından yine bir çok ülkedeki “I’m Proud to be a Farmer” hareketlerine, Via Campesina’ya kadar bir çok “kırsal hareket” de dahildir, bu yerleşmiş eski paradigmaya “Yok be abi” diyip sırıtıyor.

Tabi bu trendin önünde çok ciddi engeller de var. Bu engellerin yarattığı hayal kırıklıkları var. 2000’lerin başında misal, ekoköylerin 2010’larda patlama yapmış olacağına, mantar gibi her yerde biteceğine emindi “camia”daki herkes! Hep beraber yanıldık. Türkiye’deki ekoköy girişimleri de hep güdük kaldı, hızla dağıldı. Neden? Bir çok sebep var tabi, ama bütün başarısızlık hikayelerinin ortak noktası, girişimi kuran grubun kendi içinde büyük kavgalarla dağılması, ya da zamanla birbirinden bayması, (belki de gerçekte hiç olmamış) muhabbetini kaybetmesi oluyor.

Ekoloji camiası ve bunun farklı yansımalarında çalışanlar, insanın doğayla ilişkisi üzerine çok kafa yormuş, çok güzel sonuçlar çıkarmışlar. Ama insanın insanla ilişkisi arka plana atılmış, pek önemsenmemiş. İlgilenenler de büyük laflarla, sosyalist tezlerle geçiştirmişler meseleyi. Kırsala dönüş trendinin de ruhen her daim ortalıkta olması, pratikte ise genelde kadük kalması tamamen bundan. Grubun sağlam ve iyiyse, ne ekonomik zorluklar ne de diğer engeller… Hiç biri büyük dert değil. O yüzden “Ekoköy kuracağım, ne yapmam lazım?” diye sorana “Kendine yoldaş edin. Nereden baksan, en az!, 2-3 sene sürer zaten o” diyoruz ilk. Öyle bir atasöz de vardır ya zaten, “Ev almadan komşu bul, yola çıkmadan arkadaş edin” diye…

Türkiye’de özellikle son dönemdeki toplumsal hareketlilik, kırsala dönüş için elzem olan “Bi’ gerzek ben olmayayım, hep beraber gidelim yerleşelim” duygusuna da büyük destek veriyor. Bu yüzden etrafımızdaki diğer kırsalcılarla bu konuda somut adımlar atıyoruz. 6-7 Ağustos’ta misal, Buğday’ın Çamtepe’deki kırsal merkezinde bir “KIR-AĞI” toplanması yapacağız. Nasıl isim? Benim çok hoşuma gidiyor.

Süper olmuş bence de…

Somut, pratik adımlara yönelik bir toplantı olacak bu. Bunlar dışında özellikle bölgesel ölçeklerde sürekli iletişimdeyiz zaten, takas ederiz, birbirimizden fazla üretimlerimizi ediniriz, satın alırız, insan ilişkileri kurarız, vs… Dış dünyadan bağımsız değil ama kendi içinde de hızla ve keyifle dönen bir dünya var yani burada!

Yırtıcılar var etrafta, o yüzden otçullar büyük sürüler halinde hareket ediyor ve girdikleri merayı kökten halledip, toynaklarıyla deşip, dışkılarını bırakıp bir sonraki meraya geçiyorlar. Sistem “rahatsız” ediliyor ve ardından “nekahat” sürecine giriyor. İşte bu, merayı sürekli güçlendiren, içindeki yaşamı hızla arttıran bir döngü. Günde 1 saat spor yapıp dinlenmek gibi.

Biraz da meracılık yoluyla küresel ısınmayla mücadele projenden bahsedebilir misin? Biz hayvancılık karbon emisyonlarının en önemli nedenlerinden biri diye bilirdik. Oysa sen merada yapılan hayvancılığın karbondioksit emisyonlarını azaltacağını söylüyorsun sanırım.

Toprak işleyenin...

Hızlı ve kısa yanıt şöyle olurdu: Evet, hayvancılık bugün “modern” denilen yaklaşım ve araçlarla yapıldığında dünyaya en zararlı sektörlerden biri.

Ve ama bütüncül paradigmayla yapıldığında… Belki de tek kurtuluş ışığı! Devasa bir onarım potansiyeli var.

Bu başlı başına bir konu aslında. Bu aralar üzerinde çok yoğun çalıştığımız bir mesele. Geçtiğimiz ay bunun için 3 hafta boyunca ABD’deydim, bir toplantıya ardından da konferansa katıldım.

Allan Savory adında Zimbabweli bir abimiz var. Biyolog, politikacı ve iç savaş sırasında faşist iktidara karşı savaşmış, görmüş-geçirmiş biri.

Mera ekosistemlerinin, ki dünyanın en büyük karasal ekosistemleridir yaygınlık olarak, hızla çölleşmesinin, erozyonun, üzerindeki yaşamın azalmasının nedenini araştırıyor yıllar boyunca ve bir noktada farkediyor ki… Mera denen ekosistemde toprak, ot, otçul hayvan ve yırtıcı hayvanlar bir bütündür. Yani bunların hepsinin varlığı sayesinde meralar dünyanın en verimli topraklarını yaratmışlar (tarla dediğimiz alanlar eskiden ya orman, ya mera ya da bataklıktı – ki çoğunlukla meraydı, hatırlarsan). Birinin eksilmesiyle sistem darbe alır, hatta çöküşe girer.

Buradan “Holism” kelimesini kullanmaya başlamış. Ve otçul hayvanların evcilleştirilmeden önceki otlama döngülerini incelemiş. Yırtıcılar var etrafta, o yüzden otçullar büyük sürüler halinde hareket ediyor ve girdikleri merayı kökten halledip, toynaklarıyla deşip, dışkılarını bırakıp bir sonraki meraya geçiyorlar. Bu döngü sayesinde otların güneş enerjisini fotosenteze çevirme hızı, o döngü, azami seviyeye çıkıyor. Sistem “rahatsız” ediliyor ve ardından “nekahat” sürecine giriyor. İşte bu, merayı sürekli güçlendiren, içindeki yaşamı hızla arttıran bir döngü. Günde 1 saat spor yapıp dinlenmek gibi.

Allan Savory işte bu döngüleri taklit edebilmek için çok basit ve ama çok bütüncül (bölgede yavrulayan yabani kuşların yumurtlama dönemlerinden tepelerin baktığı yöne kadar…) bir karar alma, plan yapma mekanizması öneriyor. Savory’nin Holistic Management ya da Holistic Planned Grazing dediği bu yöntem yaklaşık 20 yıldır ve bugün itibariyle ABD’nin devasa çiftliklerinden Zimbabwe’nin köylerine, Patagonya’nın koyun dolu arazilerinden Meksika’nın çöllerine kadar toplam 15 milyon hektar alanda uygulanıyor.

Sonuçlar dehşet verici. Yılda toprağa hektar başına 10 ton karbon gömen var bu şekilde! Biyolojik çeşitlilik tavan yapıyor, kurumuş dereler yılın 12 ayı akmaya başlıyor, toprakta hidrolojik döngü coşuyor. Çiftçiler iflastan kurtuluyor, tüketiciye mısırla beslenmiş ve hayatı boyunca zincirli yaşamış hayvanın değil, merada özgürce otlamış hayvanı eti, sütü gidiyor.

(Meselenin etik boyutu, hayvan özgürlüğü kısmından habersiz olduğumuz sanılmasın – Kendimizi bildik bileli tartışıyoruz bunu ve başka meseleleri, kendimize ait ve içimizi rahat ettiren bir etiğimiz var)

Şimdi bu sistemin tüm dünyada yayılması için yeni bir model kurgulandı. Biz de 3 senedir iletişimdeydik Savory Enstitüsü‘yle. Bizi de çağırdılar kuruluş toplantısına. Ben kuşkucu adamım, dinledim, insanları kuytuda yakalayıp “Abi hakikaten işe yarıyor mu bu?” diye sordum falan… Yok, açık yok. Zaten safi görsel kayıtlar bile dehşet bir dönüşüm gösteriyor.

Mera

Toplantıda da tanıştığım ve uzun süre muhabbet ettiğim Peter Byck var misal, akademisyen, ünlü Carbon Nation filminin yönetmeni. O katıldığı ünlü bir Talk Show’da “İklim değişikliği hakkında gördüğüm tek ve en gerçek umut ışığı bu” diyor. IUCN‘nin WISP (Sürdürülebilir Otlakçılık/Yaylacılık için Dünya Girişimi) Küresel Koordinatörü Pablo Manzano, geçtiğimiz aylardaki webiner’inde gelen bir soruya “Evet, Savory’e katılıyorum, sistemi de işe yarıyor” diye destekliyor. 350.org ‘un kurucusu Bill McKibben olan biten karşısında heyecanlandığını gizleme ihtiyacı duymuyor. Virgin Holding’in açtığı ve “İklim Değişikliğiyle en iyi mücadele eden, en iyi karbon gömen yöntem ve kurum” yarışmasında, ki jürisinde Bill Mckibben ve James Hensen var misal, bu yöntem finale kalıyor (kazanan daha açıklanmadı).

400 ppm’e dayandık, geçtik hatta galiba? Toprakların, ekosistemlerin durumu belli.. Sürdürülebilirlik artık yeterli değil, onarıcılığa ihtiyacımız var, hem de hemen. Karbon gömme işlemleri için şimdiye dek öne sürülenler ya gerçek olamayacak kadar fantastik veya tükettiği enerji, ürettiği faydadan çok. Yerel olarak uygulanan, adapte edilen, maliyetsiz ve altyapı istemeyen bu yöntemde ise tek seferde 4-5 fayda sağlıyorsun. Hayvancılığı berbat feed-lot sisteminden kurtartıyorsun, bunun küçük üreticiye faydasına girmiyorum bile, dünyada sulanabilir arazilerin 3’te birinin hayvanlara yem üretiyor olmasından kurtuluyorsun, bunun için saldığımız yüksek emisyonlardan kurtuluyorsun (ki feed-lot hayvancılığın salımı, toplam seragazı salımlarının 5’te biridir). Bir de üstüne havadaki “fazla” karbonu alıp “karbonu” eksik toprağa gömüyorsun, toprağı da zenginleştirerek. Dahası, maliyeti yok, yatırım istemiyor, yerel bilgiden besleniyor. Hata yapma lüksü var, öğrenmek de öyle oluyor zaten.

Bizi çok heyecanlandıran, tüm enerjimizi vakfettiğimiz bir yaklaşım, paradigma bu. Ne denli büyük olduğunu şu hesapla örnekleyeyim. Türkiye’nin yıllık seragazı salımı kaçtı, 420 milyon ton mu?

Evet, o civarda.

Türkiye’de yaklaşık 30 milyon hektar mera var. Tüm bu alanda bu bütüncül otlatma planları uygulansa, kötümser bir ortalama 3 ton/yıl/hektardan, toprağa 90 milyon ton/yıl karbondioksit-eşdeğer seragazı, organik madde olarak gömülebilir. Buna çölleşmenin engellenmesiyle duracak karbon salımından kazanç ve hayvancılığın fosil yakıt temelli yemlerle değil de meralarda yapılacak olmasının getireceği fayda dahil değil.

Politika yapana “işin gücün yama!” demem, komün kurana da “ne yani, tek başına kurdun da ne değişti” dedirtmem. Hangisi daha yararlı gibisinden bir ölçüm anca verandada pineklerken, geyik niyetine yapacağım bir muhabbet olur. İkisi de tek başına pek bir işe yaramaz zaten, birbirine muhtaçlar, birbirlerini çok destekliyorlar.

Peki biraz da genel anlamda ekolojik yaşam tecrübelerinden bahsedelim mi? Yeşil politika içindeki gerilimlerden biridir. Seçimlerle, parlamentolara ve hükümetlere girerek siyaset yapmak ve kazanımlar elde etmekle, düşlediğimiz geleceği ekolojik çiftliklerde ve kır ya da kent komünlerinden hemen şimdi kurmak arasındaki gerilimden bahsediyorum. Birincisi daha reformcu, ikincisi daha radikal görülür. Bazıları tarafından da ütopik. Sen bu denklemin her iki tarafında da var gibi görünüyorsun. Ne dersin bu konuda?

Bu gerilime bence gerek yok. Bence doğru olan, herkesin doğru bildiğini, yapmak istediğini ve/veya yapmayı bildiğini yapmasıdır. Politika yapana “işin gücün yama!” demem, komün kurana da “ne yani, tek başına kurdun da ne değişti” dedirtmem. Hangisi daha yararlı gibisinden bir ölçüm anca verandada pineklerken, geyik niyetine yapacağım bir muhabbet olur. İkisi de tek başına pek bir işe yaramaz zaten, birbirine muhtaçlar, birbirlerini çok destekliyorlar.

Böyle de “ne şiş yansın, ne kebab” bir insanım gördüğün gibi.

Öte yandan ben ağırlığımı kırsaldan yana veriyorum. Nedeni basit: Bir, gönlüm bu yanda. İki, siyaset kısmını gayet iyi beceren, benden daha iyi kotaran insanlar var zaten. Üç, yarın-öbür gün istersem bir süre kırsal komünde de yaşamış birisi karizmasıyla siyasetin göbeğine atlarım yine bi’ şekilde, işe de yarar yani, imaj falan… Ama bi’ komüne “gençler ben eski eşsözcü, açılın bakayım” diye daldığını düşün, sıfırdan öğreneceksin kırsalı.

Yapmam öyle bir şey, merak etme:) Biraz da Gezi’den bahsedelim mi? Sen aynı zamanda Gezi direnişinin içindeydin. Bu direniş sana neler öğretti? Mücadeleyi nasıl etkiledi ve etkileyecek sence? Gezi’den sonra hiçbir şey aynı kalmayacak görüşüne katılıyor musun? Bir de kuşaklararası ve siyasetler arası çatışma ve muhabbet açısından neleri değiştirdi Gezi?

Gezi’nin beni bir kez daha emin ettiği iki şey var. 1) Dönüşüm durmaz. 2) Foucault haklı. (Detay için bkz: Üç Ekoloji son sayısı, Gönüllü Sadelik denemesi). Ben herhangi bir mücadeleyle bağdaştırmıyorum sanırım doğrudan, bireyin kendisine ve topluma olan güvenini yeniden kazanma anı olarak görüyorum. Bu, en sağlam hayal gücüne sahip olanımızın bile tahayyül edebileceğinden çok daha köklü, büyük bir kazanım. O yüzden evet, hiç bir şey eskisi gibi olmayacak artık. Bunun sonuçlarını bugünden yarına göremeyip morali bozulan hata yapar bence. Düşman algısının giderek silineceği, dolayısıyla “mücadele” gibi kavramları daha az kullanacağımız bir uzun vadeli döneme girdik Gezi’yle.

Kuşaklar arası oluşan muhabbet ise devasa. Politik mecrasızlık yüzünden “apolitik” diye yaftalanan en azından “bir kısım” gencin yıllardır tekrarladığı ve “siyaseti iyi bilen” yaşı-bizden-büyük-olanların ister istemez, çoğu zaman farkında olmadan “böyle gençlik ateşi de lazım tabi, keh keh” edasıyla dinledikleri kelamlar, Türkiye’nin belki de en “ilginç” ve yüksek enerjili siyasi hareketini yarattı.

Siyaseti-iyi-bilen-kafa-yaşı-hafiften-büyük-olanları ister istemez, çoğu zaman farkında olmadan “böyle görmüş-geçirmiş deneyimi de lazım tabi, keh keh” edasıyla dinleme sırası gençlerin, şimdi. Burada doğru ya da yanlış yok. Birbirini iyi dinleyen, her muhabbetten bir şey kazanan, önyargılarını asgariye indirenin en güzel, en bütüncül ve en fazla destek görecek politikaları ve söylemleri yaratacağı bir döneme girdik artık.

Son olarak içeriden bir soru soracağım Durukan. Ne olacak bu Yeşil Gazete’nin hali?

Daha da şahane olacak bence.

Röportaj: Ümit Şahin – Yeşil Gazete

More in Röportaj

You may also like

Comments

Comments are closed.